29 Kasım 2011 Salı

Ne çok severim ben öğlen uykusunu..

Küçükken uyumamak için direttiğiniz, anaokulunda en sevmediğiniz şey olan öğlen uykusunun sonra sonra bu kadar keyifli gelmesi haksızlık sanki. Şöyle öğle yemeğinden sonra, kısa bir uyku ne tatlı gelir insana.. Oysa okul, iş.. vs. pek de mümkün olmaz bir daha. Belki yaz tatilinde, şöyle deniz kenarında buz gibi biradan sonra, şemsiye ya da ağaç gölgesi altında.. Bir de ayakları güneş altında kaldıysa -çıplak- keyfine diyecek olmaz insanın..

Vincent Van Gogh - Siesta

27 Kasım 2011 Pazar

Sanki

Kış benim için fazlasıyla kasvetli, ancak sonbahar, bazı bazı yazdan çalınmış güneşli günleriyle, içinde barındırdığı hüzünle ve en önemlisi renkleriyle pek bir hoş gelir bana. Gerçi bu sonbahar fazlasıyla soğuk ve rüzgârlıydı. Yazın ardından soğuk havaların ani gelişi, Radiohead ve Portishead dinlemekten kendimi alamamam sonucu, ilerleyen süreçte zamana yayılan depresyonumun fitilini de ateşlemişti. Bu sonbahar benim açımdan biraz zorlu da geçse, eski zamanların hatrına -hakkını yemek istemem- kasım ayı biterken sonbahara dair bir şeyler paylaşmak, bir not düşmek istedim bloğumda.
Sonbaharın şu son günlerine girerken, öncelikle bu ay içinde çektiğim bir kaç fotoğrafı eklemeyi düşündüm bloğa. Sonra salı günü, güneşli havayı da görünce, metroyla fakülte arasındaki yolda bir kaç fotoğraf daha çektim. Ofise geldiğimde, güneşli hava etkisini göstermişti. Bu sabah keyfini bir kere yakalayınca, bir fincan çayın yanında müzik dinleyip bu anları uzatmak da pek zor olmadı.. Derken aklıma, adını hatırlayamadığım ancak Nouvelle Vague’a ait olduğunu hatırladığım bir şarkı geldi. Şu an uzaklarda –o zaman da uzaklardaydı- bir arkadaşın (bu vesileyle ona da selam göndermiş olayım) tavsiye ettiği bir şarkıydı. Geçtiğimiz yıl, birbirimize son dinlediğimiz, keşfettiğimiz grup, şarkı veya şarkıcılara dair mailler atıyorduk. Bu şarkıyı da o maillerden birinde tavsiye etmişti. Maillerde arayıp buldum: Nouvelle Vague – In a manner of speaking. Yeni de bir şarkı değil aslında. Ancak insanı hüzünlendirmenin yanı sıra, sakinleştiren bu şarkı tam da fotoğraflardaki duyguyu tamamlıyordu bana göre. O yüzden, fotoğraflara bakarken size de eşlik etsin diye ilk olarak bu şarkıyı paylaşıyorum:


Fotoğrafların hepsini cep telefonuyla çektiğimden, kaldı ki fotoğraf çekmeye dair pek bir bilgim de olmadığından beklentilerinizi yüksek tutmamanızda fayda var. (fotoğrafların üzerine tıklayarak büyük boyutlu hallerini görebilirsiniz..)



    

















































































































In a manner of speaking’in sözleri üzerine de bir şeyler söylemek istiyorum. Öncelikle şarkının sözlerini paylaşayım:

in a manner of speaking
i just want to say
that i could never forget the way
you told me everything
by saying nothing

in a manner of speaking
i don't understand
how love in silence becomes reprimand
but the way i feel about you
is beyond words

give me the words
give me the words
that tell me nothing
give me the words
that tell me everything

in a manner of speaking
semantics won't do
in this life that we live
we only make do
and the way that we feel
might have to be sacrificed

so in a manner of speaking
i just want to say
that like you i should find a way
to tell you everything
by saying nothing

give me the words
give me the words
that tell me nothing
...

Sözleri ilk okuduğumda, şarkıdaki kadının -Nouvelle Vague yorumunda vokalistin kadın, şarkının orijinalinin ise Tuxedomoon’a ait ve vokalistin erkek olduğu “çok da gerekli olmayan” bilgisini de vereyim- ona karşı hislerini ifade etmekten kaçındığı için sevgilisine sitemde bulunduğunu düşünmüştüm. Oysa sözleri çevirmeye başladığımda olayın benim için iyiden iyiye karmaşıklaştığını söyleyebilirim. Şarkının sözlerini ve çevirisini yan yana 2 sütun şeklinde beraberce görebilirsiniz (dize dize çeviri yapmadım, dolayısıyla herhangi bir dizenin kendisi ve çevirisi aynı satırda bulunmak zorunda değil):

in a manner of speaking
i just want to say
that i could never forget the way
you told me everything
by saying nothing

in a manner of speaking
i don't understand
how love in silence becomes reprimand
but the way i feel about you
is beyond words

give me the words
give me the words
that tell me nothing
give me the words
that tell me everything

in a manner of speaking
semantics won't do
in this life that we live
we only make do
and the way that we feel
might have to be sacrificed

so in a manner of speaking
i just want to say
that like you i should find a way
to tell you everything
by saying nothing

give me the words
give me the words
that tell me nothing
give me the words
give me the words
that tell me everything
...

   tabiri caizse
tek söylemek istediğim
hiçbir şey demeyerek
bana her şeyi nasıl anlattığını
asla unutamayacağım

sanki
aşkın sessizliği nasıl
   dışladığını anlamıyorum
fakat sana dair hissettiklerim
kelimelerin ötesinde

bana kelimeleri ver
bana hiçbir şey anlatmayan
   kelimeleri ver bana
bana her şeyi anlatan
   kelimeleri ver bana

deyim yerindeyse
kelime anlamları bir işe yaramıyor
bu yaşadığımız hayatta
tek yaptığımız sürdürmek bunu
ve, hissettiklerimizi
feda etmek zorunda kalabiliriz

tabiri caizse
tek söylemek istediğim
ben de sana hiçbir şey söylemeden
   her şeyi söylemenin
   bir yolunu bulmalıyım

bana kelimeleri ver
bana hiçbir şey anlatmayan
kelimeleri ver bana
bana kelimeleri ver
bana her şeyi anlatan
   kelimeleri ver bana
   ...
Sözler bana çelişkili geliyordu, bu yüzden çevirirken sık sık kararsız kaldığım oldu. Kadın, “kelimelerin anlamsız olduğunu” biliyordu, ama yine de “ondan kelimeler duymak” istiyordu. Bu kendi içinde de yaşadığı çelişkinin ifadesi miydi, yoksa ben bir şeyleri yanlış mı anlıyordum, bundan emin olamıyordum.
Bir öğlen, bir arkadaşımla (ona da sevgilerimi yolluyorum buradan) yemekten sonra bir şeyler içmeye kütüphanenin kafesine gitmiştik. Sözleri ona da gösterdim. Esasında bana da gayet makul görünen bir fikir attı ortaya:
Şarkı bir düet olabilirdi, ilk parça kadına, diğeri adama, sonraki tekrar kadına... şeklinde karşılıklı bir konuşma gibi düşünülebilirdi.
Esasında, şarkının Tuxedomoon’a ait orijinal yorumunu da ondan sonra dinledim. Yok, düet değildi. Sonunda, bu şekilde bırakmaya karar verdim çeviriyi. Belki bu yazıyı okuyanlardan birisi, bu konuda beni aydınlatabilir. Ya da belki benim kötü çevirim yerine, gerek üslup gerek içerik bakımından daha iyi bir çeviri paylaşan olur...

20 Kasım 2011 Pazar

Öylesine bir öykü

Akşamdı aradığında kızı. Yeni ilişkisinden bahsetti bir süre, yeni bazı gelişmelerden. “Arkadaşlıkları, probleme neden oluyordu.” Ve sonra birtakım uyarılarda bulundu. Ne yapıp ne yapmaması konusundaki bu telkinler kızı üzdü. Bunların dillendirilmesi çirkin ve anlamsızdı. Anlayışsız biri de değildi ki, pekâlâ düşünceli davranmasını bilirdi.
Ayrılalı uzun zaman olmuştu. Salt bir kadın-erkek ilişkisinin ötesindeydi paylaştıkları. Bir bakıma beraber büyümüşlerdi. 5 yıl... Ayrıldıklarında uzun bir süre görüşmemişlerdi. Oysa kız o şiirin1 son dizelerindeki gibi hissetsin istemişti:
“Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.
  Şükür ki girdin yaşamıma.
  Selam Oza!”
Bazen aşk biterdi ve o zaman sürdürmemek daha iyiydi. Geçmişe öfke duymak yersizdi. Bitmiş olsa da, zamanında var olan o duyguların toplamının, kendisini oluşturan şey olduğunu bilmek, ne kadar acı verse de/verdiyse de/verecekse de o yaşanmışlıklara minnettar olmak...
Sonra sonra, başta çekingen, derken içten bir arkadaşlık başladı aralarında. Karşılaştıklarında soğuk birer merhabadan öteye gitmeyen konuşmaları, birbirlerini çocukluktan beri tanıyan insanlara özgü o teklifsiz sohbetlere bırakmıştı yerini.
Ve şimdi telefonda ona, kendisini “ne zaman arayabileceği”ne veya “ne zaman aramaması gerektiği”ne dair birtakım şeyler sıralamaktaydı. Kız bunun neden gerekli olduğunu anlayamıyordu, tüm bunlar ona anlamsız bir parodinin içindeymiş duygusu yaşatmanın ötesine geçmiyordu. “Senle olan ilişkimiz, problem oluyor.” dedi çocuk. Derken, “Ona 5 yıl sürdüğünü söylemedim.” dedi.  “3 ay beraberdik, sonra ... oldu. Bitti.” Kız çocuğun bu cümleyi gerçekten kurabilmiş olduğuna inanmak istemedi. Çocuk, “Kurmak zorundaydım. Yoksa anlamazdı, anlatamazdım.” dedi. “Ne hissettiğim ya da gerçeğin ne olduğu benim içimde. İçimdekini bilmesine gerek yok.” diye devam etti. “İyi de,” dedi kız, “Geçmişi yadsıman gerekmez ki. Birisine âşık olursun. Âşık olursunuz. Ve sonra bu biter. Sonra başka birisine âşık olursun. Olabilirsin. Birisine eskiden âşık olman bir başkasına âşık olmayacağın/olamayacağın anlamına gelmez ki.” “Sen hep böyleydin, farklıydın herkesten, hâlâ da bu dünyaya ait değil gibisin. İnsanlar senin baktığın gibi bakmıyorlar olaylara.” diye itiraz etti çocuk. Kızın aklında “3 ay sonra ... oldu ve ayrıldık.” cümlesi. Bunun dillendirilebileceğine inanamıyordu. Bu o kadar kişiseldi ki, nasıl olur da başkasına -hayatında hiç bir yeri olmayan bir başkasına- anlatılabilirdi, anlayamıyordu - o yüzden burada da dillendirmemek daha doğru - . Ama söylemişti işte. Kız, o günlerde Cemal Süreya’dan “Uçurumda Açan2”ı okuyordu – bazı vakitler uzun süre aynı şiiri okurdu böyle – ne tesadüf! “Birbirimizi kucaklarken neye yarar / Kucaklamıyorsak eski, yeni sevgilileri...” dizeleri döküldü dudaklarından. Çocuk, “Sen oyunu hiç bir zaman kuralına göre oynamadın.” dedi. Hesaplar üzerine kurulu bu ilişkide o da verilmesi gereken hesaplardan birisi olmuştu işte. Bu, çok acı geldi kıza. “Sen şiir seversin, C. Süreya’yı.” dedi kız. “Severim, ama onlar şiir. Gerçek hayat farklı.” dedi çocuk. Ne bekliyordu ki? Şiirin, ona göre hayatta bir karşılığı yoktu demek. Şiir onun için art arda yazılı güzel ve belki de zekice kelimelerden ibaret “havalı bulduğu” bir araçtı işte. Telefonu kapadığında, uzun yılların o kısa konuşmada tükenmiş olduğunu hissetti. Üşüdü.
Gustav Klimt - Water serpents II-detail

1OZA'DAN
XIV
Selam Oza, evde, geceleyin
Ya da uzakta bir yerde, neresi olursa olsun,
havlarken köpekler,yalarken kendi göz yaşlarını
Senin soluğundur duyduğum ses.
                 Selam Oza!

Nasıl bilebilirdim, sinik ve gülünç
Bir kişi gibi, ürkerek giren bir göle,
Gerçekte korku olduğunu aşkın, söyle?
                Selam Oza!

Ne korkunç, bir başına düşünmek şimdi seni?
Daha da korkunç,bir başına değilsen oysa:
Şeytan öylesine doyumsuz bir güzellik vermiş ki sana.
                Selam Oza!

Ey - insanlar, lokomotifler, mikroplar
Gerin kanatlarınızı elinizden geldiğince ona.
Harcatmam onun, dokundurtmam kılına.
                Selam Oza!

Yaşam bir bitki değilse aslında,
Neden dilimliyor, parçalıyor insanlar onu
                Selam Oza!
Ne acı bu denli geç rastlamak sana
Ve böylesine erken ayrı kalmak sonunda.

Karşıtlar getiriliyor bir araya
Bırak çekeyim kahrını ve acını kendime
Çünkü acılı kutbuyum mıknatısın ben,
Sense sevinçli. Dilerim sonuna dek kalırsın öyle.

Dilerim hiç bilmezsin ne denli hüzünlüyüm.
İnan, kendimle üzmeyeceğim seni.
İnan, ders olamayacak sana ölümüm.
İnan, yük olmayacağım sana yaşamımla.

Selam Oza, dilerim ışıl ışıl kalırsın hep
Bir sokak fenerinden sızan bir ışık gibi.
Suçlayamam bırakıp gittiğin için beni.
Şükür ki girdin yaşamıma.
             Selam Oza!
                            Andrey VOZNESENSKİ
                       Çeviren : Mehmet H. DOĞAN - Turgay GÖNENÇ

2UÇURUMDA AÇAN
Aşktın sen kokundan bildim seni
Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Taşıttan indin sonra da karşıya geçtin
Elinde bir tuhaf çanta saçında soku

Akıl almaz işleri şu zambakgillerin
Sokakta bir sövgü gibi akıp gittin
Gözlerin sonsuz uzun sonsuz çekikti
Baksan uçtan uca Çin Seddi’ni görebilirdin

Yanındaki adam mutlaka kardeşindir
İstanbul öyle ağırbaşlı bir kent değildir
Aşktın sen gidişinden bildim seni
Neye yarar sağduyuyu aşmazsa şiir

Birbirimizi kucaklarken neye yarar
Kucaklamıyorsak eski yeni sevgilileri
Diyorum çoğunca evli kadınlar
Bu yüzden ölü yıkayıcısıdırlar

Bilir misin acaba ne demiş tilki
Kişi bir anda nasıl çarpılıverir
Kuliste yarasını saran bir soytarı gibi
Giderek nasıl anlaşılmaz olur sözleri

Ömer ki bir gölü balığı için değil
Kamışı için vergilendirdiydi
Ama değnek vurulurken zavallı uğruya
Yüzüne ve neresine gelmesin derdi

Selam size büyük durumlar doruk anlar
Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi
Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği
Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar

Belki de biraz geç rastladım sana
Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza
1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi
Eksikliğe mi alışmışız mutsuzluğa mı yoksa

Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Ağır uykusu aldatılmış olanın
Ve aldatanın delik-deşik uykusu
Taşıttan indin sonra da karşıya geçtin

Divan Nâzım Hikmet İkinci Yeni
Kaç gündür adını düşünüyorum
Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum   
Cemal Süreya

17 Kasım 2011 Perşembe

Pencere Önü I

Taksim metrosunun giriş katındaki çiçekçiden almıştım mor menekşeyi. Ofiste hiç çiçeğimiz yoktu. Pencere önü için… Geçtiğimiz ilkbahar sonu ya da yaz başı  olması lazım. Daha geniş bir saksıya alıp, pencere önüne koymuştuk Fatih'le. Yaprakları büyüdü, çoğaldı, güzelleştiler de, ancak üzerindeki çiçekler bir zaman sonra soldu. Sonbaharın gelişiyle, pek de güneş görmez oldu. “Çiçek açmayacak.” diye düşünürken, baştan aşağı tomurcuklandı. Bir süredir o kadar güzel ki, mora kesti her yanı. Bu halinin fotoğraflarını çektim, ondan bahsetmek istedim bir de.
























Bülent Ortaçgil’in “Pencere önü çiçeği” şarkısını aklıma getirmesi boşuna değil, pencere önünde, ve evet arkadaştan ayrı..

Youtube’da şarkıyı ararken, Erkan Oğur yorumuna denk geldim. Daha önce hiç dinlememiştim bu  yorumu. Olağanüstü bir yorum...



Ardından Erkan Oğur yorumunun acaba Vimeo’da daha iyi bir videosu var mıdır diye aranırken -vakit de gece yarısına geliyordu- karşıma “Pencere” adlı kısa bir film çıktı, Ali İhtiyar adlı yönetmene ait. Videonun altında filmle ilgili kısa bir metin (İngilizce), ve filme dair bir takım teknik detaylar.... İngilizce metnin kısa bir çevirisini aktarmak istiyorum:

Hayat, ardından diğerlerini gördüğümüz pencere. İnsanlar, kendi öznel pencereleri ardından kendi görme biçimlerince görürler bir şeyleri. Hapis yatmış, işsiz ve parasız oğul babasına durumunu izah edemez. Her ikisi de birbiriyle iletişim kurmada zorlanırlar.
Film birinin problemleriyle yüz yüze kalan diğerlerinin bunları anlamak istemeyebileceği ya da istemeyeceğiyle ilgili...


Pencere / Window from Ali Ihtiyar on Vimeo.

4 Kasım 2011 Cuma

Tuvalet versus Lavabo

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuyalı uzun zaman olmuş. Kitap okurken karakterler gözünüzde ete kemiğe bürünür ya, hatta eğer sonrasında bir vakit -kitap filme çekilmişse- filmini görürseniz “Ama bu, o değil ki!” dediğiniz olur (ya da tersi), o şekilde birtakım belli belirsiz görüntüler geliyor gözümün önüne.  Sabina’yı, Tomas’ı veya Tereza’yı, hayal meyal gözümde canlandırabiliyorum ancak. Asıl hatırladığım, Milan Kundera’nın kitap boyunca yer yer aktardığı kitsch sözcüğüne dair anekdotlar. Bu anekdotlardan birisini alıntılamak istiyorum:

“Dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığına inananlarla kendi kendine varlığa kavuştuğunu düşünenler arasındaki tartışma, aklımızın ya da deneyimlerimizin çok ötesindeki fenomenler alanına girmektedir. Çok daha gerçek olan, varlığı insana armağan edildiği biçimiyle (nasıl ya da kimin tarafından olursa olsun) kuşkuyla karşılayanlarla onu olduğu gibi, hiç karşı çıkmadan kabul edenleri birbirinden ayıran çizgidir.
İster dini olsun ister politik, bütün Avrupalı inançların ardında, bize dünyanın eksiksiz yaratıldığını, insan varoluşunun iyi olduğunu, bu nedenle de çoğalmamız gerektiğini söyleyen Yaradılış Kitabı’nın birinci bölümü yatar. Bu temel imana ‘varoluşla kesin uzlaşma’ adını verelim.
Son zamanlara kadar bok lafının basında b.. olarak geçmesinin ahlâki kaygılarla hiçbir ilgisi yoktur. Bokun ahlâksızlık olduğunu öne süremeyiz herhalde, değil mi? Boka karşı çıkma metafizik bir karşı çıkıştır. Her gün yaptığımız dışkılama işi yaradılışın kabul edilmezliğinin günbegün kanıtlanması demektir. Ya/ya da: Ya bok kabul edilebilir bir şeydir (bu durumda banyonun kapısını kilitlemeyelim) ya da kabul edilemeyecek bir biçimde yaratılmışız demektir.
Bundan da şu çıkıyor demek ki; ‘varoluşla kesin olarak uzlaşma’nın önerdiği estetik ülkü, bokun reddedildiği ve herkesin bok yokmuş gibi davrandığı bir dünyadır. Bu estetik ülkünün adı kitsch’dir.
Kitsch, o duygusal ondokuzuncu yüzyılın ortasında doğmuş Almanca bir sözcüktür, oradan da Batı dillerine geçmiştir. Ne var ki çok sık kullanılmaktan özgün metafizik anlamını kaybetmiştir sözcük; kitsch, sözcüğün hem gerçek hem de eğretileme anlamında, bokun kesin reddidir, kitsch insan varoluşunda temelden kabul edilemez olan herşeyi kapsam dışına atar.”

Son yıllarda ‘kibar’ olmanın adeta alâmet-i farikası sayılan ‘tuvalet’ yerine ‘lavabo’ ifadesinin kullanımının, aklıma bu yazıyı getirmesinin nedeni anlaşılmıştır sanırım. Bu yapay kibarlık furyasından kendini korumak kolay da değil üstelik. Dile yerleşmiş bir kelime yerine yapay bir şekilde bir yenisi ikâme ediliyor (üstelik her ikisi de daha önce farklı kavramları tanımlamak için kullanılmış), bu kullanım zaman içinde normalleşiyor ve ardından bu kelimeyi tercih etmeyenler kaba, görgüsüz tipler olarak görülüyor. Doğrusu bu kullanımı ben de pek yadırgamıyorum artık. Gerçi bazı lokantalarda garson, ya da herhangi bir görevli “Pardon, tuvalet nerede?” şeklindeki sorunuza, alaycı bir ifadeyle (handiyse gülmesine zor engel olurcasına) “Lavabo, şurada...” vs. tarzında bir yanıt verince o iğreti kibarlık gösterisi bana çok ahmakça görünüyor. Geçen gün başıma gelen durumsa evlere şenlik. Bir kafenin tuvaletindeyim, yanımda bir kadın var. Lavabonun önünde klasik el yıkama, saç düzeltme durumları. Ardından kadın lavaboya sırtını dönüp, kapalı olan tuvalet kapısını işaret ederek, “Lavabo dolu mu?” diye sorunca önümde lavabo, arkamda tuvalet bir an olsun afalladıktan sonra "Hmm, evet..." diye bir şeyler geveleyebildim ancak. Bu kadarı biraz ahmakça olmuyor mu sizce de?