31 Mayıs 2012 Perşembe

Kana Gazel*

Bajar -Uludere Sî û Çar 'heb' (otuzdört 'adet')

* Uludere Katliamı'ndan bir gün sonra, blogda Metin Altıok'un 'Kana Gazel' şiirini paylaşmıştım. Şarkıyı dinleyince ilk aklıma gelen yine o dizeler oldu.

29 Mayıs 2012 Salı

İleri demokrasinin vajina açılımı

Başbakan, “Kürt açılımı”, “Alevi açılımı”, “Ermeni açılımı”, “Roman açılımı”nın ardından şimdi de “Vajina açılımı”na hazırlanıyor gibi. Bu bağlamda zaman zaman gündeme getirdiği söylemler “kürtaj ve sezaryen” üzerine sarf ettiği cümlelerle ileri bir boyuta taşındı (ileri demokrasi ileri boyut paralelliğine dikkat):

“…Biz genç nüfusumuzu aynen korumalıyız. Bir ekonomide aslolan insandır. İnsan varsa başarı var, insan yoksa bunların hiçbiri yok. Bunlar ne yapmak istiyor? Bunlar Türk milletinin kökünü kazımak istiyorlar, yaptıkları şey bu. Eğer nüfusunuzun azalmasını istemiyorsanız, bir ailenin 3 tane çocuğu olmalı. Takdir sizindir, o ayrı bir mesele.” (8 Mart 2008)

“…Şimdikiler '1-2 tane yeter' diyor. En az üç tane yap, şartlar çok kolaylaştı. Çamaşır makineleri var. 5 çocuk bile olur." (6 Nisan 2012)

“…Bunların planlı, ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar olduğunu biliyorum. Bununla bu ülkenin nüfusu bir yerde durduruluyor. …Sezaryenle doğuma karşı bir başbakanım. Bunu bir cinayet olarak görüyorum. İki kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Bu ifademe karşı çıkan bazı çevrelere, medya mensuplarına da sesleniyorum. Yatıyor-kalkıyorsunuz; Uludere diyorsunuz. "Her kürtaj bir Uludere’dir" diyorum. Anne karnında bir yavruyu öldürmenin, doğumdan sonra öldürmekten ne farkı var, soruyorum size. Bunun mücadelesini her birlikte vermeye mecburuz. Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu bilmek durumundayız. Bu milletin çoğalması için de asla bu oyunlara prim vermemeliyiz.” (25 Mayıs 2012)

28 Mayıs 2012 Pazartesi

"Bizim köyde..."

Lily Allen müzikal anlamda da sözleri itibariyle şarkılarını pek beğendiğim,  son yıllarda en sevdiğim pop şarkıcılarından. Kendisinden ROLL dergisi münasebetiyle haberdar olmuştum. İlk dinlediğim Smile şarkısıydı ki pek leziz bir şarkıdır tavsiye olunur. Çok sevdiğim başka bir şarkısı daha var ki bu gece onu paylaşmak istiyorum:
Fuck you!
Şarkı "GWB", "Guess Who Batman" ve "Get With the Brogram" adlarıyla da biliniyormuş.
Benim hatırladığım kadarıyla Lily bu şarkıyı George W. Bush’a atfen yazmıştı. (Muhtemelen ROLL'de okumuşumdur.) Hatırladığım bu ayrıntının aslı astarı var mı diye nette hızlıca araştırdım ki kendisi gayet açık ve özlü şekilde bu gerçeği Brezilya Sao Paulo konserinde ifade etmiş:

"It was originally written about this fucking asshole who used to be the President of the United States of America. His name is George W. Bush."
“Bu şarkı, esasında, uzun zamandır Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı görevini yürüten ve tam bir dallama olan George W. Bush’a ithafen yazılmıştır.”

Şarkının neden "GWB", "Guess Who Batman" ve "Get With the Brogram" adlarıyla da bilindiği de açıklık kazanmış oluyor böylece.
Sözleri itibariyle LGBT topluluğu arasında da oldukça popüler olan şarkının sözlerini çevirme olayına girmeyeceğim. Gayet anlaşılır sözleri olmasının yanı sıra, (biraz da bu sebeple) nette çevirilerinin olduğunu tahmin ediyorum. Ama sözlerini ekliyorum tabi ki:

look inside, look inside your tiny mind
then look a bit harder
'cause we're so uninspired, so sick and tired
of all the hatred you harbor

so you say it's not okay to be gay
well, i think you're just evil
you're just some racist who can't tie my laces
your point of view is medieval

fuck you, fuck you very, very much
'cause we hate what you do
and we hate your whole crew
so please don't stay in touch

fuck you, fuck you very, very much
'cause your words don't translate
and it's getting quite late
so please don't stay in touch

do you get, do you get a little kick
out of being small minded?
you want to be like your father
it's approval you're after
well, that's not how you find it

do you, do you really enjoy
living a life that's so hateful?
'cause there's a hole where your soul should be
you're losing control a bit
and it's really distasteful

fuck you, fuck you very, very much
'cause we hate what you do
and we hate your whole crew
so please don't stay in touch

fuck you, fuck you very, very much
'cause your words don't translate
and it's getting quite late
so please don't stay in touch

fuck you, fuck you, fuck you
fuck you, fuck you, fuck you
fuck you

you say you think we need to go to war
well, you're already in one
'cause it's people like you that need to get slew
no one wants your opinion

fuck you, fuck you very, very much
'cause we hate what you do
and we hate your whole crew
so please don't stay in touch

fuck you, fuck you very, very much
'cause your words don't translate
and it's getting quite late
so please don't stay in touch

fuck you, fuck you, fuck you
fuck you, fuck you, fuck you

Bizde benzer bir şarkı olmadığı -olamayacağı da- aşikâr. Hamdolsun ileri demokrasimiz var. O yüzden Lily Allen’ın GWB’ye atfen yazdığı bu şarkı bizdeki muadilleri için de gelsin:



Not 1: Lily Allen’ın kullandığı küfrü çevirirken, ben Türkçe’de daha yaygın kullanılan ifadeleri tercih ettim. Yoksa “sikik dallama” ya da “siktiğimin göt deliği” olarak çevrilebilirdi; ancak bu kelimeler Türkçe’de -bence- iğreti durduğundan tercih etmedim.

Not 2: Lily Allen’ın Sao Paulo konserindeki “Fuck you” performansını da paylaşıyorum, bence çok keyifli:

25 Mayıs 2012 Cuma

Sisyphos

“The Boatman’s Call” saplantılı bir şekilde dinlediğim Nick Cave albümleri arasında başlarda yer alıyor. 1997 çıkışlı olduğuna göre 15 yıllık olan albümdeki şarkıların hepsi iyi de, bir de kafayı bozduklarım var. “Where do we go now but nowhere?” bunlardan birisi. Daha önce çevirmeye çalıştığım iki Nick Cave şarkısından akıllanmamış olmalıyım ki o nedenle bu şarkıyı da çevirmeye soyundum. Buna ne zaman niyetlendim, çevirmeye ne zaman başladım tam olarak bilemiyorum. Zira üzerinden aylar geçince unutuluyor. Aslında abartıyorum; evet çevirme süreci zor oluyor, tamam. Bunun nedenleri arasında Mr. Cave’in bol metaforlu, farklı okumalara imkân veren belirsiz kelimeler, deyişler kullanmayı tercih etmesi kadar benim bir şeyle uğraşırken çağrışımlardan çağrışımlar beğenip örneğin -çeviri işini yaparken- bir filmdeki bir sahneyi arayışlarım, o sahneden senaryo okumaya geçişim, derken bir bakmışım işi 13. yy. Gregoryen ilâhilerini dinlemeye vardırışım da pekâlâ sayılabilir. Şunu da söyleyeyim, bu sözlerle uğraşmak oldukça keyifli. Çeviri işi pek bana göre değil ya, şarkı sözü çevirmeye çalışırken gerçekten eğleniyorum. Oyun oynamak gibi… Özellikle Nick Cave şarkıları...
 
Şarkının moduna uygun olmayan hafiflikte bir girizgâh oldu, zira sözler olsun müzik olsun gayet karanlık. Şarkının hem İngilizce sözleri hem Türkçe çevirisi aşağıda yer alıyor. Ardından şarkıda geçen bazı kelimeler veya söz öbekleriyle ilgili ayrıntı vermek, yorumda bulunmak istiyorum.        
I remember a girl so very well
The carnival drums all mad in the air
Grim reapers and skeletons and a missionary bell
O where do we go now but nowhere

In a colonial hotel we fucked up the sun
And then we fucked it down again
Well the sun comes up and the sun goes down
Going round and round to nowhere

The kitten that padded and purred on my lap
Now swipes at my face with the paw of a bear
I turn the other cheek and you lay into that
O where do we go now but nowhere

O wake up, my love, my lover wake up
O wake up, my love, my lover wake up

Across clinical benches with nothing to talk
Breathing tea and biscuits and the Serenity Prayer
While the bones of our child crumble like chalk
O where do we go now but nowhere

I remember a girl so bold and so bright
Loose-limbed and laughing and brazen and bare
Sits gnawing her knuckles in the chemical light
O where do we go now but nowhere

You come for me now with a cake that you've made
Ravaged avenger with a clip in your hair
Full of glass and bleach and my old razorblades
O where do we go now but nowhere

O wake up, my love, my lover wake up
O wake up, my love, my lover wake up

If they'd give me my clothes back then I could go home
From this fresh, this clean, antiseptic air
Behind the locked gates an old donkey moans
O where do we go now but nowhere

Around the duck pond we grimly mope
Gloomily and mournfully we go rounds again
And one more doomed time and without much hope
Going round and around to nowhere

From the balcony we watched the carnival band
The crack of the drum a little child did scare
I can still feel his tiny fingers pressed in my hand
O where do we go now but nowhere

If I could relive one day of my life
If I could relive just a single one
You on the balcony, my future wife
O who could have known, but no one

O wake up, my love, my lover make up
O wake up, my love, my lover make up



Bir kız anımsıyorum –çok iyi–
Karnaval davulları çılgınca gümbürderken havada
Ölüm ve iskeletler ve misyoner çan
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Sömürge zamanlarından bir otelde hani, güneşi becermiş
Ve sonra becermiştik tekrar
Heyhat güneş doğuyor ve batıyor
Dönüp duruyor ve dönüyor –hiçbir yere–
Kucağıma yerleşip mırlayan yavru kedi
Şimdi geçiriyor yüzüme pençesini –sanırsın bir ayı pençesi–
Diğer yanağımı çeviriyorum ve onun hakkından da sen geliyorsun
Ah! Hiçbir yere değil ama nereye gidiyoruz şimdi biz?
Ah, uyan aşkım, yârim uyan
Ah, uyan aşkım, yârim uyan
Hastane sıralarında, tek kelime etmeden
Çay, bisküvi ve duayla soluklanır
Çocuğumuzun kemikleri tebeşir gibi ufalanırken
Ah! Hiçbir yere varamasak da nereye gidiyoruz şimdi biz?
Bir kız hatırlıyorum çok cesur ve çok parlak
Sarsak ve neşe veren hem de nasıl cüretkâr ve sade
Oturuyor eklem yerlerini kemirirken yapay ışıkta
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Şimdiyse benim için yaptığın kekle çıkıp geliyorsun
– Saçlarında toka, bitik “intikam peşinde”–
İçi cam dolu ve ağartıcı, eski jilet bıçaklarım bir de
Ah! Varamasak da bir yere, nereye gidiyoruz şimdi böyle?
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Geri verecek olsalardı giysilerimi, gidebilirdim sonunda eve
Bu taze, bu temiz, antiseptik havadan
Kapalı kapılar ötesinde inliyor yaşlı bir eşek
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Ördekli havuzun çevresinde, endişe içinde ümitsiz
Kasavet ve keder içinde dönüp duruyoruz biteviye
Ve o lanetli yazgı bir kez daha, pek de umut olmadan bir de
Dönüp duruyoruz ve dönüyoruz –hiçbir yere–
Balkondan izlemiştik karnaval ekibini
Davulun gümbürtüsü korkutmuştu minik çocuğu ki
Hala hissediyorum elime sıkıca bastırdığı o minnacık parmaklarını
Ah! Hiçbir yere varamasak da nereye gidiyoruz şimdi biz?
Eğer yaşayacak olsam tek bir gününü hayatımın, tekrar,
Sadece tek bir gününü bir daha
Balkonda sen, gelecekteki karım
Ah! Kim bilebilir ki, hiç kimse olsa olsa

Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Şimdi daha detaylı bir çözümlemeyi parçalar halinde yapmak istiyorum. 1. dörtlükle işe başlayayım:
I remember a girl so very well
The carnival drums all mad in the air
Grim reapers and skeletons and a missionary bell
O where do we go now but nowhere
 

Grim reaper için Cambridge Sözlüğü “death thought of in the shape of a skeleton with a large curved tool used for cutting crops.” demiş. (Definition of the grim reaper noun from the Cambridge Advanced Learner's Dictionary & Thesaurus© Cambridge University Press)” 
“Grim reaper”ın bizim kültürümüzde yeri var mı bilemiyorum (sanırsam Hıristiyanlığa özgü bir kavram), ancak ölümlülerin canlarını almakla görevli olması yönünden İslam inancındaki Azrail’le benzerlik gösterdiği aşikâr. Yukarıdaki çeviride denilense hani şu bildiğimiz, elinde tırpanıyla iskelet şeklinde tasvir edilen “Ölüm”. Uzun, siyah, başlığı da olan bir pelerin giydiği ise malûmunuz.  
Şarkıdaki kişi (Nick Cave’in şarkılarının oldukça kişisel olduğunu düşünürsek bizzat kendisi) geçmişe dair bir ‘an’ı hatırlıyor: Bir karnaval görüntüsünün yanı sıra bir kız… Muhtemelen beraber deneyimledikleri bir an. Ancak, belirtmek gerekir ki karnaval sözcüğünün zihinde uyandırdığı eğlence algısına karşıt bir durum söz konusu olan. “Havada gümbürdeyen davullar” insanda gerilim algısı uyandırırken, ardından gelen “ölüm, iskeletler” ve “misyoner çan” imajları ise karanlık havayı daha da pekiştiriyor. Burada sözü geçen “missionary bell” için herhangi bir doyurucu açıklama bulduğum söylenemez. Bu söz öbeğinin benim gözümde canlandırdığı, kiliselerdeki çan kulelerinde yer alan büyük çanlar. Misyonerlerin, insanları Hıristiyanlığa davet etmesi gibi, bu çanlar da sanki kiliseye bir davet niteliği taşımalarıyla –ya da her saat başı çalınarak adeta uhrevi hayatı düşündürdüklerinden– pekâlâ “misyoner çan” olarak adlandırılabilirler gibime geliyor.

Açıkçası bu üçlüyü –Ölüm, iskeletler ve misyoner çan– okur okumaz aklıma Ingmar Bergman’ın Det sjunde inseglet (Yedinci Mühür/The Seventh Seal) isimli müthiş filmi geldi. “Ortaçağda Haçlı Seferleri’nin hüküm sürdüğü ve ‘Kara Ölüm’ olarak da adlandırılan ‘Veba’nın Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemde geçen hikâyede, vebanın insanlığa ‘Tanrı’nın verdiği bir ceza olduğunu düşünen ve kurtuluşun, yeryüzündeki hayattan vazgeçmekle, kendine işkence etmekle ve dünyevi olan her şeye sırt çevirmekle mümkün olduğunu vazeden papazların vebalılar ve insanlarla birlikte kasabalardan, köylerden geçtiği ve halkı onlara katılmaya davet ettiği” oldukça karanlık ve görkemli bir sahne filmin aklıma gelmesinin sebebi. 




Bu sahnede, Grim Reaper olarak adı geçen Ölüm kostümü giymiş insanlar, birbirine ve kendine işkence eden diğerleri, Çarmıh’a gerilmiş bedenler, ağır haçlar altında zorlukla yol alanlar… yer alıyor:
Yukarıda yer alan 2 dk’lık bir sahne; aşağıya daha detaylı ancak uzunca olan başka bir videoyu da ekliyorum izlemek isteyenler için:
Merak edenler için ekleyeyim (takdir edersiniz ki ben ettim, zira dini müzikleri çok severim) sahnede yer alan ilahinin Latince ismi "Dies Irae" olup, 13. yy’a ait bir Latin ilahisi.
Tabi ben ilahinin 1001 versiyonunu dinledim sonrasında, ancak bunları da ekleyip abartmak istemiyorum.   
where do we go now but nowhere”, şarkıda çevirmede en zorlandığım cümle bu oldu. Benim uygun bulduğum birkaç farklı çeviri oldu; bir türlü hangisini kullanacağıma karar veremediğimden, şarkı içinde bu cümlenin geçtiği yerlerde birbirinden farklı çeviriler kullanmayı tercih ettim. Açıkçası birini diğerine tercih edemememin asıl nedeni, çevirinin cümleyi karşılamadığını düşünüyor olmam. Bu nedenle yorumda bulunup beni aydınlatırsanız ya da öneride bulunursanız sevinirim.
Cümleyi çözümlerken sorun teşkil eden olan “(go) nowhere” kısmı.
Bunun için yine Cambridge sözlüğü, resmi olmadığını söylediği bu söz öbeğine dair şu açıklamayı yapmış: get/go nowhere (informal): to fail to make any progress or achieve anything (Türkçe çeviri: hiç bir yere varamamak, bir arpa boyu mesafe alamamak, bir ilerleme kaydetmemek, başaramamak, sonuca ulaşmamak). (Definition of the grim reaper noun from the Cambridge Advanced Learner's Dictionary & Thesaurus© Cambridge University Press)” 
Açıkçası bu kalıp birçok sözlükte yer almıyor. Yukarıda da açıklamayı yaptıktan sonra, bu cümleyle Nick Cave’in söylemek istediğinin, “bir yere varamayacağız; çıktığımız bu yolun sonu yok; ancak nereye gidiyoruz?” demek olduğunu düşünüyorum. Bir sonraki dörtlük de bu düşüncemi doğruluyor gibime geliyor. “Güneşin doğmasından ve batmasından, bunun döngüselliğinden ve bu döngüsellik nedeniyle esas olarak varılacak bir nokta olmadığından (Going round and round to nowhere)” dem vurduğu bu dörtlük, bir yönüyle where do we go now but nowhere” cümlesini daha anlaşılır kılıyor. Burada ayrıca bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Bu şarkının daha birçok Nick C. şarkısında olduğu gibi sözcüklerin esas anlamların ötesinde anlamlar içerdiğini, kullanılan somut bazı kavramların ruha ilişkin şeyleri daha etkili ifade etmenin bir yolu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla “varılacak bir yerin olmadığı yolculukları”yla kastettiğinin, “süre giden ilişkilerinin bir geleceği olmadığına, ilişkinin olanaksızlığına” ya da “aralarındaki problemlerin kısırdöngü halini almasına” dair bir metafor olduğunu düşünüyorum. “Sisyphos”vari bir durum…
İkinci dörtlükle devam ediyorum:
In a colonial hotel we fucked up the sun
And then we fucked it down again
Well the sun comes up and the sun goes down
Going round and round to nowhere
İlk olarak fuck up ve fuck down “phrasal verb” görünümünde olan fiillerle işe başlayalım. “Fuck” fiili -malumunuz- “sikmek, becermek, düzmek, düzüşmek…” anlamları taşıyor. “Fuck down” şeklinde bir kalıp yok; en azından ben herhangi bir sözlük veya forumda bulamadım. “Fuck up” ise “işi berbat etmek, bozmak, içine etmek, yok etmek, mahvetmek, sıçıp sıvamak…” anlamlarına geliyor. Ben burada “fuck up”ı Nick Amca’nın bu anlamlarda kullandığını sanmıyorum. Bu nedenle “becermek” olarak çevirmeyi tercih ettim. Nedenine gelince daha önce de belirttiğim gibi “fuck down” olarak kullanılan bir kalıp yok; burada “down” ve “up” ekleri güneşin doğuşu ve batışında gözlemlediğimiz yükselme ve alçalma haline atfen yapılmış bir sözcük oyunu sanki. Devamında gelen cümle bu yargımı destekliyor gibime geliyor: Well the sun comes up and the sun goes down”. Çeviride hem “fuck up” hem “fuck down” için “becermek” fiilini tercih edişimin nedenine gelirsem alternatif herhangi bir kelimenin “up” ve “down” ilişkisine benzer bir durum yaratmayacağını düşünmem.
Sonuçta dörtlüğü genel olarak yorumladığımda, “sömürge zamanlarından bir otelde güneşi becermek”le kastedilenin, “beraberce geçirdikleri uzun zamanlar” olduğunu düşünüyorum. Hani bizde de derler ya, “akşama kadar konuştuk, güneşi batırdık.”vari bir durum. Ha tabi, burada bir soru haklı olarak sorulabilir, neden “fuck” kullanılmış? Buna verilecek geçerli bir açıklamam yok. Belki de “sonuçsuz tartışmalar, kavgalardır günlerce yaşadıkları”, “Heyhat güneş doğuyor ve batıyor” da “bunların anlamsızlığına, boşunalığına” dairdir, bilemiyorum. “Sömürge zamanlarından bir otel” tasviri bende, uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında, dünyadan yalıtılmış –dünyanın hayhuyundan azade– şekilde konumlanmış bir mekân –evet, zamana değil mekâna dair bir tanımlama olduğunu düşünüyorum– algısı uyandırıyor.
3. dörtlükle devam ediyorum:
The kitten that padded and purred on my lap
Now swipes at my face with the paw of a bear
I turn the other cheek and you lay into that
O where do we go now but nowhere
Bu dörtlükte benim anlamından bihaber olduğum “lay into” kalıbıydı. Cambridge sözlüğü “informal” (günlük dile ait, resmi olmayan) dediği bu kalıp için şu açıklamayı yapmış: lay into sb -phrasal verb- (informal): to attack or criticize someone. (Türkçesi: pataklamak, sille tokat girişmek; verip veriştirmek, azarlamak, acımasızca eleştirmek) (Definition of lay verb from the Cambridge Learner's Dictionary English-Turkish © Cambridge University Press)
Sonuçta, uysal minicik bir kedinin birden değişip ona keskin pençelerini geçirmesi gibi, kızın da ona merhamet göstermediğini, onun da kendisini hırpalamaya devam ettiğini söylüyor. Bu dörtlükte denilmek istenenin açık olduğunu düşündüğümden detaya girmeye gerek görmüyorum. Nakarat kısmını da aynı nedenle geçip 4. dörtlükle devam ediyorum:
Across clinical benches with nothing to talk
Breathing tea and biscuits and the Serenity Prayer
While the bones of our child crumble like chalk
O where do we go now but nowhere?
The Serenity Prayer, teolog Reinhold Niebuhr tarafından yazılmış, aslen adsız olan duanın yaygın olarak kullanılan ismiymiş. Duanın İngilizce çevirisi birçok sitede yer alıyor [1]:
The Serenity Prayer 
God grant me the serenity
to accept the things I cannot change;
courage to change the things I can;
and wisdom to know the difference.
Living one day at a time;
Enjoying one moment at a time;
Accepting hardships as the pathway to peace;
Taking, as He did, this sinful world
as it is, not as I would have it;
Trusting that He will make all things right
if I surrender to His Will;
That I may be reasonably happy in this life
and supremely happy with Him
Forever in the next.
Amen.
Reinhold Niebuhr
Sözler, şarkının anlamına dair ipuçları içerir nitelikte olduğundan ekleme ihtiyacı duydum. Ancak bunu Türkçeye çevirmeden bırakıyorum. Duanın en bilinen hali sadece ilk dizelerden oluşuyormuş:
God grant me the serenity
to accept the things I cannot change;
courage to change the things I can;
and wisdom to know the difference.
Bu kısa bölümü çevirirsem, “Tanrı bana değiştiremeyeceğim şeylere katlanmam için sükûnet; değiştirebileceklerim için cesaret ve farkı anlayabilmem için akıl verdi.” gibi bir anlama geliyor. Bu haliyle İslâm’daki tevekkül anlayışını aklıma getirdiğinden The Serenity Prayer için Sükûnet Duası ya da Huzur Duası yerine Tevekkül Duası denilebilirmiş gibime geliyor. Ben şarkıda sadece “dua” olarak çevirmeyi tercih ettim.
Şarkı sözlerine geri dönersem “hastane sıraları”, aralarındaki geçimsizliğe, problemlere atıfta bulunuyor, “tek kelime etmemeleri”yse iletişimsizliğe. Burada “kemikleri ufalanan çocuk” metaforu bence gözlerinin önünde yıkılan geleceklerine bir gönderme. Gelecekleri gözlerinin önünde ufalanırken, çözüme dair ellerinden bir şey gelmiyor: tek yaptıkları hayatlarını idame ettirmeye çalışmak. “Breathing tea and biscuits and the Serenity Prayer” dizesiyle bu ifade edilmeye çalışılıyor, ya da bu sıkıntılı durumda zaman zaman olsa da nefes almaları bir başka deyişle anlık da olsa rahatlamaları.
5. dörtlük de, bir önceki dörtlüğün devamı niteliğinde:
I remember a girl so bold and so bright
Loose-limbed and laughing and brazen and bare
Sits gnawing her knuckles in the chemical light
O where do we go now but nowhere
chemical light” bir önceki dörtlükte adı geçen hastane metaforunu tamamlayan bir kavram, bu daha önce de söylediğim gibi ilişkilerindeki problemlere dair bir gönderme. “Sits gnawing her knuckles” Nick Cave’in kızın çaresizliğini ifade ediş şekli. Sonuçta bu dörtlükte, Nick Amca, “geçmişte ne kadar hayat dolu olduğunu, onu çevreleyen bu parıltının tüm çevresini sarıp kuşattığını” söylediği kızın, şimdi çaresizlik içinde olduğunu anlatıyor bize.
3. dörtlükte kedi benzetmesiyle de desteklenen, kızın ona merhamet etmemesi olgusu, aşağıdaki dörtlükle daha da açık bir hal alıyor:
You come for me now with a cake that you've made
Ravaged avenger with a clip in your hair
Full of glass and bleach and my old razorblades
O where do we go now but nowhere
Burada, kızın ilişkilerindeki sorunun kaynağı olarak onu görmesi “ravaged avanger” tanımlamasıyla ifade ediliyor; onu suçladığı için, intikam almaya çalışıyor. Kızın “içi ağartıcı (çamaşır suyu), cam ve eski tıraş bıçaklarıyla dolu kek”le ona gelmesi, intikam duygusunu belirtmek amacıyla kullandığı metaforlar. Fazla söze gerek yok buradaki kekin hayali bir kek olduğu malûm.
If they'd give me my clothes back then I could go home
From this fresh, this clean, antiseptic air
Behind the locked gates an old donkey moans
O where do we go now but nowhere
7. dörtlükte geçen  “… this fresh, this clean, antiseptic air” yani “… bu taze, bu temiz, antiseptik hava…” ile resmettiği hastane ortamı, yine ilişkilerindeki sorunlara gönderme. “Geri verecek olsalardı giysilerimi, gidebilirdim sonunda eve” dizesinde “giysilerini ona geri vermemeleri” ifadesi savunmasızlığını, çaresizliğini belirtiyor olabilir. “Kapalı kapılar ötesinde inleyen yaşlı bir eşek” ise hapsolunmuşluğunu oldukça lirik bir tanımlamayla ifade ediyor.
8. dörtlükte, “umutsuzca çırpınışları, onları bekleyen lanetli akıbetin her seferinde tekrarlanışı” oldukça etkili ve edebi bir dille ifade edilmiş. Kısırdöngü halini alan bu durum adeta sözcüğün gerçek manasıyla “resmedilmiş”. Dante’nin dediği gibi, ilişkileri çıkmaz sona mahkûm kılınmış adeta:
“Geri dönmek isteyenin ötesine geçmemesi gereken bölgesine ayak bastım hayatın.”
Dante/İlahi Komedya
Around the duck pond we grimly mope
Gloomily and mournfully we go rounds again
And one more doomed time and without much hope
Going round and around to nowhere
9. dörtlükte, şarkının en başında resmedilen mekâna geri dönülüyor:
From the balcony we watched the carnival band
The crack of the drum a little child did scare
I can still feel his tiny fingers pressed in my hand
O where do we go now but nowhere
“Balkondan izlenen karnaval”ın, “gümbürdeyen davullar”ın metafor olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Bu dörtlük, ilk dörtlükle zihnimizde uyanan “ilişkilerindeki problemlerin başlangıcının o metaforik anda ve mekânda gizli olduğu düşüncesi”ni güçlendiriyor. “Gümbürdeyen davulun korkuttuğu çocuk” imgesi bu düşüncenin altını çiziyor.
Son dörtlükte de artık bir hayalden öteye gitmeyen gelecek tasavvurunun o biricik anda gizli olduğu ve bu geleceğin o an yıkılmış olduğu, filmi geri sarıp bu ana geri dönmenin ve yaşanmış olan her neyse onu değiştirmenin tek isteği olduğu ifade ediliyor:
If I could relive one day of my life
If I could relive just a single one
You on the balcony, my future wife
O who could have known, but no one
Bu detaylı açıklamalar, benim şarkı sözlerini algılayış biçimime dair. Şarkı Nick Cave’in –bence- en hüzünlü albümlerinden olan “The Boatman’s Call”un en hüzünlü şarkılarından. İlişkileri gözleri önünde parçalanan bir çiftin, umutsuz ve sonuçsuz çabalarının metaforlarla anlatıldığı bu şarkıda bahsetmediğim tek şey “O wake up, my love, my lover wake up /O wake up, my love, my lover wake up” (“Ah, uyan sevgilim, yârim uyan / Ah, uyan sevgilim, yârim uyan”) dizeleri. Bu da aşkın, tüm yenilgilere rağmen umut etmeyi sürdüren, olanaksızlığını bildiği halde o eski mutlu günlere dönmeyi hayal etmekten vazgeçmeyen doğası değil mi zaten?

24 Mayıs 2012 Perşembe

...ve min el-garaib

“Murathan Mungan’ın şiiri,” dedi, “onu okumalıyım sana.” ”Ezberimde yok; gidiyoruz kalk, onu sana bugün okumam gerekli mutlaka.” Asmalımescit’teyiz, pazar, sıcak-serin bir Nisan günü, öğlen, bir bardayız, duvarın dibindeki kanepede oturuyoruz. Diğerleri de yok o sırada, “Ada yakın, orda buluruz kitabı!” Palas pandıras çıktık sokağa. Ada’ya girdik, sorduk kitapçıdaki görevliye “Murathan Munganlar nerede?” Hangi kitapta olduğunu hatırlamıyor, şiirin adı aklında ama. Tek tek bakıyor sayfalara. Yok. “İnsan Kitap var, oraya da bakalım.” diyor, “Haber de vermedik çıkarken, merak edecekler.” diyorum.
Yanımızda ne çantalarımız, ne cüzdanlar. Telefonu da bırakmışım barda. Benim ceplerimde biraz bozukluk. Onun telefonu yanında neyse, arıyorum “Biz geleceğiz, bekleyin mutlaka.” diyorum.
İnsan’da da yok. “Mephisto’da kesin vardır.” diyor kasadaki çocuk. Tünel’den Galatasaray’a çıkmışız, çaresiz biraz daha tırmanacağız.
Mephisto’da buluyor şiiri. Para yok yanımızda, bendeki bozukluklar işte, o kadar. Fotokopi makinası da yokmuş. Bir kâğıt, bir de kurşun kalem alıyoruz oradan. Oturuyor yere, yazıyor…
Dönüyoruz bara. Beklemişler bizi. Oturuyoruz. Cebinden çıkardığı katlanmış kâğıdı açıyor ve okuyor:

Ayaküstü Yaşanmış Aşk Hikâyeleri
1.
bildiğim kendimi bildim bileli âşık olduğum,
bildiğim ancak âşıkken var olduğum...
işte bu yüzden, benim için aşık olmak;
çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.
'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar
hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, '
demiş La Rochefoucauld
benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...

2.
her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim
bir bakıştan, bir duruştan,
çağrışımın sonsuz hızından
unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.
belki de yaşanabilecek en güzel serüveni
terk edeceğim
daha otobüsün ilk basamağında.
kim bilebilir ki?
sonrayı, sonrasını kim bilebilir?
gizli gizli veda edeceğim ona; görmeyecek
ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim
otobüs camına bağrında bir ok ile
bir aşk levhası çizecek, ah min-el!
bu da ötekiler gibi,
kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden
yaşayıp gidecek..

Dün şarkıları dinlerken “ah min el-aşk ve min el-garaib” sözleri düştü aklıma. Şiirse “ah min el…” diye fısıldayınca düştü usuma. “Aşktan ve gariplikten..” o zaman daha bir farklı tınladı havada.


Not 1: Bende el yazısıyla yazılmış kâğıtta şiirin sadece 2 bölümü yer alıyor. Oysa şiirin tamamı 4 bölümden oluşuyor. Ben sadece o kâğıtta yazılı kısmı paylaşmak istedim.

Not 2: Hat yazılarını çok severim. İnternette “ah min el-aşk ve min el-garaib” diye arayınca yukarıdaki hat yazısına rastladım, burada sadece “ah min el-aşk” kısmı var galiba. Maalesef Arapça harfleri hiç tanımıyorum, çok isterdim ama.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Ah min el-aşk...

Üç tane şarkı paylaşmak istiyorum bu gece. Sözleriyle birlikte...

İlk olarak Hüsnü Arkan'dan Hoşgeldin. Eşlik edense Birsen Tezer:



Sözler, Hüsnü Arkan'a ait:

Hoşgeldin
Bugün dağların dumanı aralandı, hoş geldin
Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar
Sen bana geç geldin, ben sana erken
Tutuşsun gün, yansın geceler, vaktimiz varken
Bugün günlerden güzellik, sefa geldin, hoş geldin
Ah bu yağmur yalnızlığımmış, dindim efendim
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgâr
Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar
Sen bana geç kaldın, ben sana erken
Soyunsun gün, sarsın geceler, vaktimiz varken

Ve Mehmet Güreli’den Kimse Bilmez:

     
Sözler Ömer Hayyam'a aitmiş ve esasında 3 ayrı dörtlükten alıntı yapılmış. Kitapta yer aldıkları sıraya göre, bu dörtlükler:

Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
Kopup dallarından toprak olmadalar her gün

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte

Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
Gezecek, bizim toprağın yeşilliğince

Son olarak Vedat Sakman’dan Ateş Oldum şarkısını paylaşmak istiyorum. Vedat Sakman’a eşlik edense İmge Mıngıroğlu:



Sözler Vedat Sakman'a ait:

Ateş Oldum
Ateş oldum
Yanar oldum
Gönül verdim ya
Şarap oldum
Kadeh oldum
Yere düştüm kırıldım
Aşk ateşi iki kurşun
Birin aldım ya
Uçtum kondum
Uçmaz oldum
Kuş gönlüne sığındım
Beşik ardım gurbet oldu
Sine oldum vuruldum
Oğul gördüm
Kızım sevdim
Gönül aldım ya
Çocuk oldum
Neler umdum
Neler buldum yoruldum
Aşk ateşi iki kurşun
Birin aldım ya
Küstüm sustum
Sormaz oldum
Ağlar oldum kavruldum
Sevdiklerim eller aldı
Yad ellere savruldum

*Dün gece İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası kitabına başladım. Orada geçiyordu “ah min el-aşk ve min el-garaib”. “Aşktan ve gariplikten” demekmiş. Daha yalın ne denilebilirdi ki bu şarkılar ve sözler üzerine?

13 Mayıs 2012 Pazar

Anneler gününüz kutlu olsun! (Örnek anne)


































                                  
                               
                                  Punk Mum by Banksy

7 Mayıs 2012 Pazartesi

“Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?”

Son zamanlarda evde pinekleme durumlarında olduğumdan eskisine kıyasla sıkça televizyon izliyorum. TV izliyorsan reklamsız olmaz tabi. Banka reklamlarının GSM operatörü reklamlarıyla beraber çoğunluğu oluşturduğunu söylemek olası. Banka reklamlarına bir ayrı sinir olduğumu söylemeliyim. Son günlerde trend, şirin banka reklamları: Animasyonlu, çoluklu çocuklu, kuklalı bir sürü reklam ekranda dönüp duruyor. Brecht’in Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?” sözüne de selam çakarak, soygunculuğun daniskasını yapan bankaların şirin görünme çabalarında anlaşılmayacak bir şey yok aslında. 

“Give a man a gun and he can rob a bank. Give a man a bank and he can rob the world.” 
“Birine bir silah verirsen bir bankayı soyabilir. Bir banka verirsen, dünyayı.” 

Ancak bu konuda gelmiş geçmiş en iyi imaj kampanyasını birkaç yıl önce Garanti Bankası dolaşıma sokmuştu. Hatırlamamanız imkânsız, hani şu küçük çocukların seslendirmiş olduğu ve çocukların yaptığı resimlerden müteşekkil o pek şirin reklam kampanyasından söz ediyorum. Çocuklara özgü kısa cümlelerle, geri planda boyundan büyük mesajlar içeren bu reklamlar benim hatırladığım kadarıyla 3lü bir seriydi. “Benim 2010dan dileğim”le başlayan reklamlar, kapitalizme bir güzelleme, sistemin nasıl çalıştığını birkaç mesajla özetlemeyi (pek de güzel) başaran bir yapı üzerine kurulu. Tüketimin kutsallaştırıldığı reklamlarda gayet seksist, erkek-egemen bir dil mevcut. Ben de üşenmedim, bu mesajları yazılı metne geçirip reklamlarla birlikte paylaşmayı istedim. Ee malum, çocukların beynini zamanında yıkamak lazım, sisteme angaje olmaları önemli! Tabi büyüklerin de…

Garanti Bankası İmaj Reklam Filmi 2010 v1
"Benim 2010'dan en büyük dileğim, annemin büyük bir mutfağı olmasıdır. Çünkü annem o zaman çok mutlu olacaktır. Annem mutlu olunca ben de mutlu olurum. Büyük mutfak için ev almak lazımmış. Babam annem hep bunu konuşuyorlar. Annem “Alabiliriz.” dedi. Babam “Hep dur bakalım.” dedi. Bence babam anneme büyük mutfaklı bir ev alabilir. Çünkü babam güçlüdür. Çünkü babam annemi çok sever. O zaman ailemiz çok mutlu olur..."

Ayşe haklı. Ev sahibi yapmak mortgage uzmanı Garanti’nin işi. Türkiye’yi canlandıran banka 2010’da yine yanınızda...
Garantiden arzunuz, başka bir arzunuz?



Garanti Bankası İmaj Reklam Filmi 2010 v2
“Benim 2010’dan tek dileğim.
Benim 2010’dan en büyük dileğim, ağabeyimin iş bulmasıdır. Bunun için herkes paralarını bankaya yatırsa çok iyi olur. Çünkü fabrika kurmak isteyen bir insan vardır. Fakat parası yoktur. O insan bankaya gider. Herkesin parası bankada durur. O insan bankadan borç alır. Fabrikayı kurar. Fabrikada iş olur. Ağabeyim o işe girer. 2010’da ağabeyim iş bulursa ben çok mutlu olurum, ailem de.” 

Zeynep haklı. Ekonomiyi büyütmek Garanti’nin işi… Türkiye’yi canlandıran banka 2010’da yine yanınızda...
Garantiden arzunuz, başka bir arzunuz?



Garanti Bankası İmaj Reklam Filmi 2010 v3
“2010’dan dilekler – 3: Piknik.
Benim 2010'dan dileğim ailece pikniğe gitmektir. Bunun için bir araba, sepet bir de top gerekir. Pikniğe gidenler önce her şeyi arabanın bagajına koyar. Sonra ailecek arabaya otururlar. Piknikte birçok şey yapılır. Biz babamla top oynarız. Dereye kadar koşarız. Mangal yapmak için minik odunlar toplarız.  Piknik çok güzel bir şeydir. Ailemizin arabası olursa biz pikniğe gideriz, olmazsa sonra gideriz.”

Ali’nin ailesini araba sahibi yapmak Garanti’nin işi… Türkiye’yi canlandıran banka 2010’da yine yanınızda...
Garantiden arzunuz, başka bir arzunuz?



Bu reklamları izlerken “Doğa Derneği”nin Garanti Bankası’nın çektiği reklamlara atıfla yayımladıkları videoya denk geldim. Güzel bir çalışma olmuş doğrusu:

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Vatan yahut Silistre

"Vatan tüm kötü alışkanlıkların anasıdır: illetten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmektir: nasıl mı satmak? İster pahalı ister bedavaya: kime mi? En yüksek peyi kim sürerse ona: ya da, verip kurtulmak ağulu armağanı, onu hiç bilmeyene, bilmek de istemeyene: ister zengine ister yoksula, umursamazın tekine ya da bir âşığa: salt ihanet zevki yeter: bizi belirleyen, bizi tanımlayan, istemeden bizi bir şeyin sözcüsüne dönüştüren: üstümüze bir yafta yapıştıran, bize bir maske yakıştıran ne varsa ondan sıyrılma zevki uğruna... Haraç mezat satmak her şeyi: tarih, inanışlar, dil,  çocukluk, manzaralar, aile: fırlatıp atmak kimliğini, sıfırdan başlamak: Sisyphos olmak, aynı zamanda, kendi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu."

Juan Goytisolo

iç-mihrak

İleri demokrasi iftiharla sunar

“AKP iktidarının ileri demokrasisinin, özgürlük tahayyülünün ne mene bir şey olduğunu anlamak için İçişleri Bakanımızın yaptığı açıklamalar her vatandaşa yol gösterir nitelikte. Bu konuşmalardan derlediğim bir yazı paylaşmayı mutlaka istiyorum.” demiştim 12 Nisan 2012 tarihli “Felaket pornosu” adlı yazımda. Lafı uzatmayayım; göreve geldiğinden beri TC İçişleri Bakanlığı görevini, seleflerini aratmayacak bir performansla yürüten (malum, memlekette İçişleri Bakanlığı görevini icra edenler birbirine rahmet okutan performanslar sergiliyorlar) İdris Naim Şener ile ilgili derlediğim yazıya geçeyim:

Geçtiğimiz günlerde Bakan Şahin’in “Takla”lı söylemi gündeme oturmuştu. Ben haberi ilk olarak Zaytung’da gördüğümden gülmüş, sonra yayımlandığı bölümün Halkın Sesi [1] olduğunu görünce olayın vahametinin farkına varmıştım. Bir insanı aşağılamak, kendisini insanları aşağılamaya muktedir görmek nasıl mümkün olabilir, bilemedim. Burada bir parantez açmakta fayda var. Zira Zaytung’u bilmeyenler olabilir. Bilenler bir sonraki paragrafa geçip vakit kaybetmesinler tabi. “Dürüst, Tarafsız, Ahlaksız Haber” sloganıyla internette yer alan site [2] çoklukla güncel haberleri tiye alıp eleştiri işlevi görüyor. Ancak Halkın Sesi bölümünde, adından da anlaşılacağı gibi “Halk”a sorulan soru, inanılması zor –bu kadarına da pes dedirten– ancak gerçekten dillendirilmiş bir söylem ya da eylemle ilişkin oluyor. Yanıtları ise hayali 3 kişi yanıtlıyor.

Neyse bu bahsi kapatıp gündemi oldukça meşgul eden olayın aslına dönelim:

Erzurum Aşkale’de, deniz bisikletiyle onarıma giden 5 TEDAŞ işçisinin öldüğü gölette incelemelerde bulunan İdris Naim Şahin ardından Pasinler’e gitmiş, kendisini gördüğü için sevindiğini belirten bir vatandaşa, "Nereden bileyim sevindiğini, hadi bir takla at, oyna da göreyim" diyebilmişti [3]

Okuduğunuzda suratınızda anlamsız bir çarpılmaya neden olabilecek  başka bir örnekle devam edelim: Ordu Valiliği Toplantı Salonu'nda Türkiye Muharip Gaziler Derneği Ordu Şubesi'nin düzenlediği törendeki konuşmasında [4] "Bedel ağır ödendi. Bu bedeli yok sayamayız. Bu bedel çocuk oyuncağı değil. Bu işin şakası olmaz. Bu işin ciddisi de olamaz, hiçbir şeyi olamaz." diyerek yaşadığımız şu evrendeki varlığımızı tekrar sorgulamamıza(!) neden olmuştu.

Ya da bir başkası: Şahin, Van depremi sonrası gittiği çadırkentte bir depremzedenin "Tatlı da geldi bugün" sözlerine  "Ne tatlısı?" sorusuyla karşılık vermiş, "Tulumba, baklava, bülbülyuvası" cevabı üzerine yanında yer alan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'e dönerek "Sayın Başkanım yani biz de bir çadırla burada bir mekân tutalım" demişti. Şahin, bir başka çadırın önünde de "Koskocaman sarayda oturuyorsunuz hiç gel dediğiniz yok" ifadeleriyle ne kadar komik(!) olduğunu gözler önüne sermişti [5].

Açıkçası buraya kadar alıntıladığım ve son linkte nicelerini bulabileceğiniz söylemler, kendisinin “ileri demokrasi” literatürüne kattıkları yanında devede kulak, sürçülisan kabilinden şeyler. O yüzden biz “ileri demokrasi”nin ne mene bir şey olduğunu deşifre eden söylemlerle devam edelim.
                                                                  
Örneğin “özgürlüklerin sınırlandığını söyleyenlere”  cevaben [6] “Birilerine ne oluyor acaba? Sıkıntı nedir? Özgürlük... Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuklanınca da şikâyet etme. Özgürlük yoksa dışarıda, farkı yok içerinin demek ki. Niye şikâyet ediyorsun, demek ki var dışarıda özgürlük. Demek ki dışarıda bir özgürlük var, hem de öyle bir özgürlük ki ‘Ben bu memleketi bölmek istiyorum, özgürlük özerklik yetmez bilmem ne ’istan’ yapmak istiyorum’ diyecek kadar. İnkâr edemezsin.” dediği konuşmada “Seni de, seni konuşturanı da yok ederek, seni de, senin yapını da, bölücüler ve uzantılarını da özgürleştirmeye çalışıyoruz. Yaptığımız iş bu. Çok derin, çok kapsamlı bir iş. Burası Edirne, orası Hakkâri, orası Hatay, Sinop; Misak-ı Milli bunun adı…” diye devam ederek özgürlük tahayyülünün sınırsızlığını gözler önüne sermişti.

Kendisinin terör tarifleri ise, AKP tipi demokrasinin yalınkılıç ifadesi olarak okunabilir [7]: “…Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var.” dediği konuşmasında, terörün ne şekilde desteklendiğine de açıklık getirerek “Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya'dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.

Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle mücadeleniz kolay bana göre ama bu arka bahçede ayrık otu ile tereler birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince anlıyorsunuz.”

Terörün sivil toplum kuruluşları, kültür dernekleri, eğitim dernekleri yoluyla da desteklendiğini belirten Bakan Şahin bu kurumlara ya da sanata karşı olmadıklarını belirtip sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Önce o arka tarafı ayırt etmekte, neticede zorlanıyoruz. O ayırt etmekteki zorluktan yararlanarak 'ben de maydanozum, ben de iyi otum, ben iyi iş yapıyorum' diyor. 'Bir şey söylüyorum, bana karışma, ben de bu bahçedeyim' diyor. Yani demokrasinin bütün nimetlerinden yararlanarak terör her yere bir şekilde ayrık otu gibi uzanmış vaziyette. Ve bir tarafta terör yapısı bir tarafta onunla gayrihukuki, illegal yapı… Bir tarafta onunla mücadele eden sizler, hukuki yapı hukuk çerçevesinde öyle de olmaya devam edecek, şikâyetimiz yok. Bir tarafta da terörün silahsız yapısı... Silahlıya destek veren yapı... Yani yardımcı kuvvetler. Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarf ediveriyor. Ne alırsan al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle ayırt etmek durumundayız, bunları hepimiz bilmek durumundayız. Terör, terörle mücadele, bir de mücadele edenle mücadele eden bir yapı var. O psikolojik harekâtın farkındayız.”

“O kadar hınç var ki devlete karşı, kendi paçavra ara sözleşmelerinde, devlet olmayan bir organizasyon. Yani Türk devletine düşmanlar, bunu anladık da kendilerinin kurmak istedikleri organizasyonda bile devleti kullanmayacak kadar devlet düşmanlığı var. Ne o zaman peki, devlet nedir, ne yapar? Devlet düzendir, devlet hukuktur, devlet hiyerarşidir, devlet mülkiyettir, devlet namustur, devlet özgürlüktür, eğitimdir, sağlıktır, devlet hayatın ta kendisidir. O halde devlet olmayan organizasyon, kim güçlü ise o anda, onun devleti. Gücü yeten yetene, kim egemense onun devleti. Birbirini yiyen insanların topluluğu... İnsan insanın kurdudur. Kim kimi yiyebilirse, kimin ağzı, dişleri kuvvetliyse, devlet o. Ve bunun peşine takılan sempatizanlar. Bir gün o gerçeği yaşasalar, bir gün değil bir saat, 10 dakika yaşasalar biliyorum ne yapacaklar ama kurtuluşu yok, şakası yok çünkü gidenlerden kurtulanların ifadeleri her şeyi ortaya koyuyor. Ben söylüyordum, şimdi itirafçılar söylüyor. Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlâksızlığın, gayriinsanî durumun olduğu bir ortam. Girişi var, çıkışı yok. Girişi korku, çıkışı ölüm. Böyle bir yapı.”

İçişleri Bakanımızın “namussuzluk, ahlâksızlık, gayriinsanî durum” diye nitelediklerine bakar mısınız? Dini özgürlükler, inanç özgürlüğü çikletini sürekli çiğneyip sonra da başka bir dine saldırmanın ileri demokrasinin temel yasalarından olduğu aşikâr. Peki, domuz eti yemek ne zaman suç oldu? “Çok özür dilerim eşcinsellik” ne demektir? Ya da “bilmem hangi ulustan”? Homofobinin, ırkçılığın bu kadarına pes artık. Zaten “inanç özgürlüğü”nden bahsedenlerin önemli bir kısmının inançtan kastettiği İslâm, hadi bir de Hıristiyanlık, Yahudilik. Diğerlerine inananlar –unutmadan bir de inanmayan sapıklar var, allah göstermesin– zaten “çok affedersiniz(!) namussuz, ahlâksız”. Ne diyelim ileri demokrasimiz sağolsun.  

Büşra Ersanlı’nın tutuklanması üzerine yaptığı meclis konuşmasıysa ileri demokrasinin adalet mevhumu konusundaki bakış açısını yansıtması açısından oldukça aydınlatıcı. Ersanlı’nın tutukluluğunu şu gerekçelerle savunan, Ersanlı’nın soy-sop kütüğünü suçluluğu yönünde delil olarak gören Bakan Şahin 30-40 yıl önceki yaşantısını da argümanlarına destek yaparak handiyse, Ersanlı’nın çocukluk yıllarını dava konusu yapmaya vardırmıştı işi:

"Bir profesör tutuklanır mı? Bir kadın tutuklanır mı?' Ben cevap veriyorum; kadın olduğu için tutuklanmıyor, profesör olduğu için tutuklanmıyor.  “Dersimiz siyaset, konumuz ayaklanma”  eğitimini yapıyorsa birisi, yapmaya devam ediyorsa, Büşra Ersanlı profesör hanımefendinin 80 öncesi gençlik yıllarına bir yolculuk yapmanızı tavsiye ederim. Hangi suçtan, hangi komünizan faaliyetten mahkûm olduğunu, cezaevinde yattığını, akrabalarının kim olduğunu, eniştesinin bu ülkede bir başka faaliyetten tutuklu olduğunu, bir başka sevdanın yolcusu olduğunu araştırırsanız görürsünüz[8]

Peki buna ne buyrulur? 13 askerin hayatını kaybettiği Silvan saldırısının ardından bölgeye giden Bakan Şahin, havalimanında yaptığı açıklamada [9], Türkiye’nin özgürlüklerin alabildiğince yaşandığı bir ülke olduğunu belirterek “Herkesin aklını başına alması gerekiyor. Bu ülke özgürlüklerin alabildiğince var olduğu ve doya doya yaşandığı bir ülke. Var olan özgürlüklerin varlığını itiraf edecek kadar beyni, aklı özgürlükten yoksun olan birtakım insanlar var. Bu gerçekle karşı karşıyayız” demişti.

Ardından askerlerin yanarak can vermesine sebep olan yangının çıkış nedenine ilişkin ortaya atılan bir takım iddialar olduğunun hatırlatılması üzerine ise yangının sebebinin her şey olmuş olabileceğini kaydeden Şahin, şu rasyonel açıklamayı yapmıştı: “Yangın çıkmıştır, yangının sebepleri, şu anda çıkmış olan yangını geri getirecek değildir. Yanan ağaçlar orada kaybolan canları geri getirecek değil... Sebebi bellidir. Üç beş tane sebebi vardır: Yani yangın ya ateşle çıkar, ya bombayla çıkar, ya roketle çıkar, ya benzinle çıkar. Çıkar yani, netice itibariyle yanmıştır, yakılmıştır. Yani sebebini araştırmak, sebebini söylemek bir şey ifade etmiyor şu anda. [9]” Bu açıklamayı okurken, acaba yazıda teknik bir hata mı var diye düşünüp, başka sitelere de bakma ihtiyacı hissettiğimi söylemeden geçemeyeceğim.

Bakan Şahin’in bir taziye ziyareti daha var ki buna hangi sıfat kullanılır ben bilemedim. Geçtiğimiz yıl Samsun’da düğünden dönerken terörist zannedilerek üzerlerine ateş açılan 2 kardeşten 16 yaşındaki Gökhan Çetintaş vurularak hayatını kaybetmişti. Şahin,  aileye, vurulan oğullarıyla ilgili taziyeye gitmeden önce Samsun Valiliği’nde yaptığı açıklamada [10], başlangıcı ve tedbiri itibariyle memnuniyetle ifade edebilecekleri bir an yaşandığını dile getirerek, "Memnuniyet verici tarafı jandarmamız istihbarat alarak tedbirini almıştır. Maalesef üzüntülü tarafı da bu tedbire terörist değil de terörist zannedilen şüpheli iki kardeş, şahıs rastlamıştır. Dur ihtarına uyamamışlardır, panik yapmışlardır. Gece vaktidir. Duyum alınmıştır. Teröristin geçiş güzergâhıdır, talihsiz bir şekilde onlar geçmişlerdir ve biri vefat etmiştir. Üzüldük, en başta jandarmamız üzüldü. Tüm Türkiye üzüldü." diye konuşabilmişti. Burada da kalmamış, jandarmanın gösterdiği dikkate biraz daha ilave etmesi gerektiğini belirtirken, tüm yurttaşların da sorumlu ve dikkatli olması gerektiğini söyleyerek hepimize de uyarısını yapmıştı: "Orada talihsiz bir an yaşandı. Anlaşılması bakımından şunu söyleyebilirim. Orada jandarmamız sorumsuzca ve hesapsızca bir eyleme, hesapsızca bir eylem davranış içinde olsaydı ikinci kişi de ne yazık ki hayatını kaybedebilirdi. Orada dikkatli bir tedbire rağmen bir kardeşimiz hayatını kaybetmiştir. Bununla ilgili adli takibat başlatılmıştır. Devam ediyor. Bundan sonrası yargının vicdani kanaatine ve takdirine göre sonuçlanacaktır. Her olayda olduğu gibi bu olaydan da hem Samsun olarak, hem de Türkiye olarak vatandaş dikkatinin ve sorumluluğunun önemini görüyoruz. Jandarma ve polisimizin gösterdiği dikkate biraz daha ilave etmesi gerektiğini ders olarak çıkartıyoruz. Ümit ediyoruz bu tür hatalarla bir daha karşılaşmayız."

İki kardeşin ailesini ziyaretinde söyledikleriyse, bir oğlunu kaybetmiş aileye yapılabilecek en anlamlı açıklamaydı [11]

“Allah sabırlar versin. Sizin acınız bizim de acımız. Hayat bu, acısıyla, tatlısıyla, sevinciyle birlikte yaşanıyor. Allah başka acı vermesin. İnşallah onun acısını da bir güzellikle sizden alır götürür. Gazetelerde babanın beyanatını okudum, ‘Allah bana öbür evladımı bağışladı’ dediniz. Biz de aynı şeyleri düşünüyoruz, her şey olabilir hayatta, o da olabilirdi. Yani böyle pozitif bakmak bir de olaya öbür taraftan bakıp görebilmek hakikaten beni mutlu etti. Ben de öyle baktım. Aksilik ya, öbürü de ölebilirdi. Sonuçta bir an, bir mekân, bir zaman, bir ortam var. Bunun bir de arka planı var, durup dururken olmuyor. O kadermiş, yaşanacakmış, yaşandı. İnşallah siz de, bir başkası da bu tür bir tatsızlığı, bu tür bir acı sürprizi yaşamaz.” Ne kolay değil mi, n'apalım vatan sağolsun...

Hatırlarsınız geçenlerde TBMM Genel Kurulu'nda, BDP, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin hakkında gensoru önergesi vermiş, ancak önergenin gündeme alınması kabul edilmemişti. Bakan Şahin yaptığı açıklamada [12] "BDP'nin bağlı bulunduğu, organik bağı olduğu KCK yapılanması, yani ülkeyi bölme, yıkma amaçlı, 30 yıldır meşgul eden, lanetli yapının uzantısı" dedikten sonra bazı fotoğraflar göstermişti. "Bu yapı nedir?" diye soran Bakan Şahin, "Mardin Nusaybin'de BDP tarafından 2008'de yaptırılan kültür merkezinin duvarındaki Zerdüştlük ve Yezidilik inancına ait semboller. Bu yapı, PKK terör örgütünün kandırarak, kaçırarak, dağa, sınır ötesine, yurt dışına götürdüğü, eğittiği insanlara yaşattığı bir hayatın resmidir. Bu yapıda İslam inancı yoktur, yapının tek özü önce Müslüman olmamak, sonra hiçbir dine mensup olmamaktır, dinsizlik yapısıdır. Bu yapıda kesilmiş olan yayladaki koyun değil, örgütün avlayarak kestiği, mensuplarına yedirdiği domuzdur. Bu yapı inancı yok eden benim Kürt kardeşimin inancını, ahlakını, namusunu rencide eden yapıdır. Bu yapıda sahte namaz, dalga geçerek saf tutma, oruç tutmadan açılan iftarlar, sahte imamlar, sahte paraların cebinde olduğu imamlar vardır. Bu yapının özünde Kürtlerin peygamberi hâşâ Başkan Apo vardır. Bu yapının uzantısından bu memlekete hiçbir hayır gelmemiştir.” diyerek Zerdüştlük ve Yezidilik inancının Türkiye’de suç olduğunu, domuz yemenin kanunlarımızda yer alamayacağını, dini özgürlükten kastedilenin Sünni İslam inancının AKP onayından geçmiş hükümlerle sınırlı olduğunu bir kez daha hatırlatmıştı. 

Ben bu yazıyı hazırlamaya çalışırken, yazıya alınabilecek daha birçok söylemde bulundu bakanımız. Ama bir yerde de durmak lazım. Ne diyelim…
Çok yaşa İleri Demokrasi!
Çok yaşa Bağımsız Yargı!
Çok yaşa İnanç Özgürlüğü!


Not: Görseller İç-mihrak'a aittir.