31 Ocak 2012 Salı

28 Ocak 2012 Cumartesi

Nar


26 Ocak 2011 tarihli ‘Söz vermek zamanı’ adlı yazımda, Agos’un penceresinden yükselen belli belirsiz Ermeni ezgilerinden söz etmiştim.
Cumartesi günü, halam bize uğradığında o gün okunan basın açıklaması metnini bulup okumuştuk, ancak ezgiler çok tanıdık gelse de bir türlü şarkıların adlarını hatırlayamadık.
Sonra Pazar akşamı – hatta muhtemelen gecesi – halam aradı. Bursa’ya dönmüştü. “Şarkıyı buldum.” dedi: ‘Turnam gidersen Mardin’e’. Youtube’u açtım, konuşurken bir yandan da dinlemeye başladım. “Ermenicesini de buldum,” dedi, “Parantez içinde ‘Armenian’ yaz.”  Şarkıyı dinlerken, “Bir dakika bir dakika bende bu şarkı var, hatırlıyorum.” dedim, “10 Dilde 10 şarkı albümünde olması gerek.” Albümü buldum. Ada Müzik’ten 2010 tarihli ‘Anlat – 10 Dilde 10 şarkı’ albümü… Maral Ayvaz’ın seslendirdiği ‘Bingeol’ adlı şarkı, Ermenice… Halam da buldu, Youtube’tan. Yanılmıştım. İkimiz de kısa bir kafa karışıklığından sonra, 2 şarkının da o gün çalınmış olabileceği –hatta çalındığı– üzerinde fikir birliğine vardık. Telefonu kapatınca veya belki –tam hatırlamıyorum– kapatmadan önce, “Her 2 şarkı da o kadar acı dolu ki” diye düşündüm, “bir an ezgiler birbirini çağrıştırdı bana.” İşte bu da aklıma bir yazıyı getirdi.
Defterime uzun zaman önce iliştirdiğim Karin Karakaşlı’nın ‘Saroyan’ üzerine kaleme aldığı bir yazıyı. Defteri açıp yazıyı buldum: Karin Karakaşlı’nın 14.12.2008 tarihinde ‘Saroyan’ın aidiyetsizlik memleketleri’ adlı Radikal 2’de yayımlanan yazısı. Ermeni asıllı Amerikalı bir yazar olan Saroyan’ın 100. doğum yılı dolayısıyla Aras Yayıncılık tarafından hazırlanan ‘Amerika’dan Bitlis’e William Saroyan’ adlı kitap üzerine, Saroyan üzerine, Türkiye-Ermenistan ilişkileri üzerine… bir yazı. Yazıda altını çizdiğim satırları okudum ve bu yazıyı yazmak -ya da hazırlamak diyelim- o zaman aklıma geldi. Karin Karakaşlı’nın alıntıladığı Saroyan’ın Yaşayan ve Ölü kitabında anneannesinin dediklerini aktardığı satırlar:
“Kürtçe”, dedi anneannem, “kalbin dilidir. Türkçe, müziktir. Bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak. Bizim dilimiz”, diye bağırdı, “acının dilidir...”
Ve o an karar verdim, 3 tane şarkı seçmeliydim, Kürtçe, Ermenice ve Türkçe, ve bloğumda bunu paylaşmalıydım. Şarkıları seçerken çok zorlandım. Zira o kadar güzel şarkılar var ki. Kaldı ki bir şarkı belirliyorsunuz, o şarkının çeşit çeşit, birbirinden güzel birçok yorumu var. Açıkçası beni en çok Türkçe şarkı belirlemek kısmı yordu, zira aralarında bildiğim tek dil, ayrıca en çok bildiğim şarkının, türkünün olduğu dil. Dolayısıyla tam 5 gündür, sabah akşam türkü dinlemekle geçti vaktim. Bu esnada defalarca karar değiştirdiğim oldu. Açıkçası son seçimim ne olursa olsun, aklım diğerlerinde kaldı öte yandan, farkındayım. Ve bir de önerileri için Neri’ye, Sinem’e ve Başak’a teşekkürler…

İlk olarak canımın içi Aynur Doğan’dan Xewn:

Ve Erkan Oğur’dan Pencereden Kar Geliyor: 
 

Ve son olarak Maral Ayvaz’dan Bingeol (Bingyol):



Ezcümle
Biji Biratiya Gelan!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Կեցցե ազգերի եղբայրության!



Karin Karakaşlı’nın 14.12.2008 tarihinde, Radikal 2’de yayımlanan yazısı ‘Saroyan’ın aidiyetsizlik memleketleri’ adlı yazısının tamamı için tıklayınız.


Not : Halam arayıp, bağlantıların kimilerinin ekranda görünmediğini söyledi. Bu yüzden web adreslerini ayrıca kopyalıyorum :
Aynur Doğan - Xewn http://www.youtube.com/watch?v=WiZCwAdrmpM
Erkan Oğur - Pencereden kar geliyor http://soundcloud.com/ayisit/erkan-ogur-pencereden-kar-geliyor
Maral Ayvaz - Bingeol http://soundcloud.com/zeynepgcolak/maral-ayvaz-bingeol-ermenice

26 Ocak 2012 Perşembe

Dünya



Erkan Oğur ve Yavuz Çetin'den "Dünya". Kuracak bir cümlem yok, paylaşmadan edemedim...

"Söz vermek zamanı"

19 Ocak’ta halam ve babamla Osmanbey metrosunun  Halâskârgazi-Pangaltı çıkışına yakın bir yerde konuşlanmıştık. Taksim Meydanı’nda başlamıştı yürüyüş. Agos’un ilerisine Şişli istikametine doğru uzanan kalabalığın diğer ucunun Taksim Meydanı’na dayandığı söyleniyordu. Agos’un penceresinden okunan basın açıklamasını anlamamızsa mümkün olmadı. O vakte dek belli belirsiz duyulan Ermeni ezgilerine eşlik eden sloganların zaman zaman böldüğü sessizlik içinde,  soğuk havanın kimi zaman bulutların ardından görünen güneşle biraz olsun kırıldığı öğle saatlerinde acı dolu, öfke dolu, isyan dolu bekleyiş...


Yazı boyunca kullandığım fotoğrafları "Hrant'ın Arkadaşları" grubunun internet sayfalarına yüklenen fotoğraflar içinden seçtim. Hrant'ın öldürüldüğü yere Türkçe ve Ermenice "Hrant Dink burada öldürüldü" yazan kaldırım taşının olduğu fotoğrafı kimin çektiği belirtilmemiş. Yazıdaki son 2 fotoğraf Şenol Gürkan'a, diğerleri ise Kıymet Yıldız Lokum'a ait.  

Basın açıklaması metnini ise, sonra –Cumartesi–  halam bize uğradığında, internetten okuduk. Hrant’ın Arkadaşları adına Karin Karakaşlı’nın okuduğu metnin tamamını alıntılıyorum:

19 Ocak bir anma günü değil. Hiçbir zaman da olmadı. Zaten bu topraklarda ayrı ayrı yaşatılmış ne kadar acı varsa, hiçbirinin anma günü olmadı. Herkes acısının yaşatıldığı o tarih geldiğinde, kendince, bir başına kahroldu.

Sonra 23 Ocak günü geldi. Bundan beş yıl önceydi. ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ten mahkûm edilen, Türk düşmanı ilan edilen bir Ermeni gazetecinin cenazesi hepimizi buluşturdu. Çünkü Hrant Dink bu ülkenin bütün acılarının dermanına talipti. Onu güpegündüz, şimdi durduğumuz bu kalabalık Halaskargazi Caddesi üzerinde sırtından vurdular. Hepimizi de o cinayete görgü tanığı kıldılar.

O cenaze gününde 1915′i, Dersim’i, Maraş’ı, Çorum’u, tekmil faili meçhulleri, ihtilalleri, olağanüstü halleri, bitmek bilmez darbe girişimlerini buluşturduk. Kompartıman usulü ayrı ayrı yaşamamız buyrulmuş ne varsa, bir kıldık. Büyük oyunu onun birleştirici ruhuyla bozduk.

Onu bir kez de öldürmediler sevgili canlar. Önce Sabiha Gökçen haberi üzerine Genelkurmay’ın bildirisiyle öldürdüler. İstanbul valiliğinde MİT mensuplarınca tehdit edilirken öldürdüler. Hrant Dink’i, barış yolunu gösteren yazılarından cımbızladıkları, cümlelerle "Türk düşmanı” ilan ederek öldürdüler. Her yazıya, her söyleşiye nefes tüketir, kendini izaha mecbur hissederken öldürdüler. Agos’un önünde “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir” diye bağırırlarken öldürdüler. Mahkemeden mahkemeye koşturtur, bilirkişi raporuna rağmen ısrarla mahkûm ederken ve o mahkûmiyeti onaylamakta beis görmezken öldürdüler. Kendisi yetmezmiş gibi oğlunu ölümle tehdit ederken ve kimbilir daha ona, bizlere hiç söylemediği neler neler yaşatırken öldürdüler.

Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Silinen telefon görüşmeleri, karartılan deliller, gizlenen bilgiler, imha edilen raporlar, başlatılmayan ya da kapatılan soruşturmalar, zamanaşımından aklanan istihbarat memurları birbirini izledi.

Başta Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz olmak üzere Ergenekon sanığı pekçok ismin daha Hrant Dink sağken, mengeneye dönüşen yargı süreci ve linç kampanyalarını hazırladıkları biliniyordu. Derken Kafes eylem planı da ortaya çıktı. Gel gör ki, bu davanın Ergenekon ile bağlantısı bir türlü kurulamadı.

Dört yanımızdan yalanlarla sardılar sarmaladılar bizi. Tam beş yıldır böyle bu. En sonunda iki kişi verdiler elimize. Bununla yetinin dediler. Yeter de artar hepinize.

Ortada zaten silahlı terör örgütü olmadığına göre onun yöneticisi ve üyeleri de yok. Ve beraat eden Erhan Tuncel’in hemen o akşam tahliyesi öyle büyük bir aciliyet ki, telaşta bir sanıkla ilgili hüküm kurmayı unutmuşlar. Tuncel şimdi ilim irfana adanmak üzere taze bir üniversite adayı. Böyle gözümüze baka baka, yangından mal kaçırır gibi verdiler bu kararı. Müdanaasızlığı da onun arkasındaki devasa korkuyu da gördük. Devlet çıplak dedik. Devlet çıplak.

İyelik eki kolay kullanılmıyor. Burası benim ülkem de bu devlete benim devletim diyebilir miyim? Cumhurbaşkanım, Başbakanım, Bakanlarım, Hükümetim, Muhalefetim, Meclisim… Böyle diyebilmek için tek bir seçeneğim var. Bu kepazeliğe bir son verin artık. Yargıtay, cinayete giden süreçteki rolüne inat, bir kez de adalet adına temyiz mekânı olsun. Bunları yapmak borçtur, yükümlülüktür, şarttır. Çünkü bize yaşatılan ‘ayıptır, zulümdür, günahtır.’

Hrant Dink’i hepimiz kaybettik ama biz  Ermeniler için onun kaybı takdir edersiniz ki başka bir yoksunluk.  1915′te Anadolu’da kafilelerce insan aç-susuz çölün ortasına sürülmeden önce bir Nisan günüyle 250′ye yakın Ermeni aydın Haydarpaşa Garı’ndan trenlere konup Ayaş’a sürgüne gitti. İçlerinden sadece birkaçı geri dönebildi.

Anlayacağınız önce sesimizi aldılar elimizden. Bu insanlar Osmanlı Meclisinde mebustu, yazardı, gazeteciydi, çevirmendi, doktordu, avukattı. Ermeni halkına hizmet kadar Osmanlılığa inanır, Meşrutiyet sonrası bayram geleceğini sanırdı. Öyle olmadı.

Bugün burada içlerinden birkaçının adını anacağım. İsmi çağrılan duyar, gelir, ‘Burada’ der: Rupen Sevag, Siamanto, Taniel Varujan, Diran Kelekyan, Yerukhan, Rupen Zartaryan, Hampartsum Boyacıyan, Sımpad Pürad, Khyan Parsekhyan, Krikor Zohrab…  Hrant Dink bu aydınların son halkasıdır. O yüzden de 2007, 1915′e geri ışınladı hepimizi. Demek hâlâ hakkıyla Ermeni ve bir o kadar da yurtsever olan bir insanı öldürmek bu kadar kolaydı. Bu kadar mübahtı.

Tarihi inkâr ede ede geldik bu noktaya dayandık. Şu kaldırıma dikilen taş, Hrant Dink kadar diğer bütün susturulmuş aydınların ve isimsiz mezarsız kurbanların da simgesi olsun.

Bu son kararla birlikte şimdi bir kez daha 19 Ocak 2007 cinayet günündeyiz. Hrant Dink operasyonlarla daraldığımız, komplolarla bunaldığımız bugünlerde özellikle yanyana görmek isterdi hepimizi. Anlaşılan o ki koca bir devlet böyle bir Ermeni vatandaşının yaşamıyla da ölümüyle de ne yapacağını bilemedi. Şimdi biz ona öğreteceğiz hep birlikte demek ki.

Dosya kapandı diyorlar bize. Kapandı mı bu dosya? Hrant Dink dosya değil ki kapatasın, o bir yara… Artık köprüden önceki son çıkıştayız. Oradan hakkıyla geçmeden tamamlanacak ödeşme, kurulacak düş, inanılacak adalet, yaşanacak memleket yok.  Öbür türlüsü sadece yalan olur ve bir gün başımıza yıkılır. Altında kalırız hep birlikte.


O yüzden gün, sadece söz söylemek değil söz vermek zamanı.


Söz verelim mi birbirimize? Bu dava daha bitmedi.


Söz verelim mi birbirimize? İnsanlık daha ölmedi.


Söz verelim mi birbirimize? Devlet daha hesabını vermedi.


Sözümüz söz olsun. Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır. Aksi için uğraşan hepimize helal olsun.


19.01.2012







Basın açıklamasının tam metni --  kaynak

23 Ocak 2012 Pazartesi

Ebedi Diyalektik..

Nick Cave'i takıntılı bir şekilde sevdiğimi belirterek başlamalıyım yazıya. Bu yüzden, onun müziğine, sesine ya da kendisine dair görüşlerim abartılı bulunabilir ki bundan da zerre şikâyetçi değilim. “Sahnede en çok kimi görmek istersiniz?” sorusuna vereceğim tartışmasız ilk yanıttır Nick Cave. 2001 yılında gelmişti Türkiye'ye, ancak o zaman ben yeterli bilinç düzeyine ulaşmamış olmalıyım ki, konser ertesinde haberim olmuştu gelişinden ancak. İlerleyen yıllarda hep onu bekledim, ama memlekete de gelmedi bir daha. 'O gelmezse ben giderim.' dedim, geçen yaz çıktığı turnedeki bir konserine bilet aldım, resmi ıvır zıvırlar gecikince onu da kaçırdım. Sonuçta, sahnenin en çok yakıştığı adamı sahnede bir türlü göremedim.
Nick Cave şarkıları karanlıktır, hatta bazı bazı korkutucudur. Bu cümleyi okuyunca sonra, ‘Song of Joy’u dinleme isteği hâsıl oldu içimde. İsmiyle tezat bu şarkı Murder Ballads (Cinayet Şarkıları) albümünün en ürkütücü şarkısıdır bence. Nick Cave muhteşem bir hikâye anlatıcısıdır. Bu şarkı da hem hikâyesiyle, hem müziğiyle, hem Nick Cave’in sesiyle ve kesinlikle yorumlayış biçimiyle, arkadaki vokallerle, geri planda bazen belirginleşen bazen belirsizleşen gerilimi yükselten seslerle, piyanonun güçlü ritimleriyle bu karanlık albüm için müthiş bir başlangıç şarkısıdır. Şu evrende en iyi şarkı yazarlarından biridir bana göre. Sözleri şiirdir aynı zamanda, o da zaten bir ozandır pekâlâ. Sözleri yatıştırmaz, huzursuz eder, zihninize çakılır kalır. Sesi işgalcidir. Dolayısıyla, bence iyi bir eşlik edici değildir, bir fon müziği ise asla değildir. Nick Cave dinlerken, Nick Cave dinlemelisinizdir: kitap okurken ya da çalışırken ya da iş yaparken dinlenebilecek bir müzik - yok hayır - değildir. Alıkoyar sizi zaten, kendinden başka bir şeye fırsat vermez, işgalciliği de buradan gelir. Şimdi hatırlamıyorum kimdi –yanılmıyorumdur umarım– ama birisi “Kelime Jonglörü” demişti okuduğum bir yazıda Nick Cave için. Bazen bir şarkıdaki bir söz uzun zaman çıkmaz aklınızdan, bazen bir melodi, bazen her şey… İlahi gibi de bulunabilir belki –sözlerin yanı sıra müzikal anlamda da– gayet dinsel bir yönü de vardır kimi şarkılarının. Ancak, şarkılarında dolaşıma soktuğu tanrı kavramının mevcut tanrı tezahürlerinden olmadığı da bence sabittir.
Bloğumda hangi şarkısını paylaşacağım üzerine oldukça düşündüm. Bende 20’ye yakın albümü ve çokça sevdiğim o kadar şarkısı var ki… Sonunda onun en bilindik – amiyane tabirle en piyasa – şarkısında “Where The Wild Roses Grow” karar kıldım. Eğer daha önce Nick Cave dinlememişseniz – sizin adınıza üzülmekle beraber– bu şarkının iyi bir başlangıç olabileceğini düşündüğümden onu tercih edişim. Murder Ballads(1995) albümünde, Kylie Minogue ile beraber seslendirdiği bu şarkının sözlerini de çevirmeye çalıştım. Yer yer İngilizce aslında geçmese de bazı kelimeler de ekledim çeviriye, aksi halde kimi bölümlerde cümleler veya ifadeler eksikmiş veya yapaymış izlenimi veriyordu. 



  Where The Wild Roses Grow
They call me The Wild Rose
But my name was Elisa Day
Why they call me it I do not know
For my name was Elisa Day 

From the first day I saw her I knew she was the one
She stared in my eyes and smiled
For her lips were the colour of the roses
That grew down the river, all bloody and wild 

When he knocked on my door and entered the room
My trembling subsided in his sure embrace
He would be my first man, and with a careful hand
He wiped at the tears that ran down my face

They call me The Wild Rose
But my name was Elisa Day
Why they call me it I do not know
For my name was Elisa Day 

On the second day I brought her a flower
She was more beautiful than any woman I'd seen
I said, "Do you know where the wild roses grow
So sweet and scarlet and free?" 

On the second day he came with a single red rose
Said: "Will you give me your loss and your sorrow"
I nodded my head, as I lay on the bed
He said, "If I show you the roses, will you follow?" 

They call me The Wild Rose
But my name was Elisa Day
Why they call me it I do not know
For my name was Elisa Day 

On the third day he took me to the river
He showed me the roses and we kissed
And the last thing I heard was a muttered word
As he knelt (stood smiling) above me with a rock in his fist 

On the last day I took her where the wild roses grow
And she lay on the bank, the wind light as a thief
And I kissed her goodbye, said, "All beauty must die"
And lent down and planted a rose between her teeth

They call me The Wild Rose
But my name was Elisa Day
Why they call me it I do not know
For my name was Elisa Day 


 Yaban Güllerinin Yetiştiği Yer(de)
Bana Yaban Gülü diyorlar
Oysa Elisa Day’di adım
Neden böyle dediklerini bilmiyorum
Elisa Day olduğundan adım

Onu gördüğüm ilk gün, anlamıştım, oydu aradığım
Gözlerimin içine baktı ve gülümsedi
Dudakları güllerin rengindeydi
Nehrin aşağısında büyüyenlerden, hepsi kan rengi ve yabani

Kapımı çalıp odaya girince
Titremem yatıştı onun güvenli kucağında
İlk erkeğim olacaktı, dikkatlice, eliyle
Sildi yüzümden süzülen yaşları

Bana Yaban Gülü diyorlar
Oysa Elisa Day’di adım
Neden böyle dediklerini bilmiyorum
Elisa Day olduğundan adım

İkinci gün bir çiçek götürdüm ona
Güzeldi tüm gördüğüm kadınlardan
Dedim, “Biliyor musun bittikleri yeri yaban güllerinin
Tatlı, kıpkızıl ve hür?”

İkinci gün geldi elinde tek bir kırmızı gülle
Dedi, “Bağışlar mısın bana kaybını ve kederini,”
Onayladım başımla, yatakta uzanmışken ben
Dedi, “İzler misin beni, sana gülleri gösterirsem?”

Bana Yaban Gülü diyorlar
Oysa Elisa Day’di adım
Neden böyle dediklerini bilmiyorum
Elisa Day olduğundan adım

Üçüncü gün nehre götürdü beni
Gösterdi bana gülleri ve öpüştük
Ve duyduğun son şey boğuk bir kelimeydi
Avucunda bir taşla, eğilirken üzerime benim

Sonuncu gün yaban güllerinin yetiştiği yere götürdüm onu
Ve nehrin kenarında uzanırken o, bir hırsız gibi çıkageldi rüzgâr
Ve elveda öpücüğü kondurup dudaklarına, dedim, “Güzel olan her şey ölmeli sonunda.”
Ve eğildim ve bir gül yerleştirdim dişlerinin arasına

Bana Yaban Gülü diyorlar
Oysa Elisa Day’di adım
Neden böyle dediklerini bilmiyorum
Elisa Day olduğundan adım

Şarkı üzerine yorumda bulunmak istemiyorum. Zira sözlerin büyüsünü bozmaktan imtina ederim. Ancak, bir iki şey söylemeden de edemeyeceğim. Birbirini takip eden dörtlüklerde olayların, bir Nick Cave’in bir de Kylie Minogue’un ağzıyla verilmesi çok etkileyici değil mi size de? Kylie Minogue’un “Üçüncü gün…” diye başlarken, Nick Cave’in “Sonuncu gün…” demesi örneğin. Ve son bir şey var şarkıya ait söylemek istediğim. Bu şarkı üzerine yazarken aklıma Jean-Luc Godard’nın çok sevdiğim bir filmi geldi: Le Mépris (Nefret). Daha doğrusu bu filmden bir replik... Filmde, adam kadına “I love you totally, tenderly, tragically – Seni bütünüyle, şefkatli ve trajik bir şekilde seviyorum.” diyordu. Bu cümledeki duyguyla şarkı arasında da bir paralellik yok mu sizce de, ne dersiniz?

21 Ocak 2012 Cumartesi

Hepimiz Hrant'ız Hepimiz Ermeniyiz

Bandista'dan "İnkarın Şarkısı" ile 19 Ocak 2012 "Büyük Yürüyüşü".



"Hrant Dink'in öldürülüşünün 5. yıl dönümünde Taksim'den Agos gazetesine düzenlenen "Büyük Yürüyüş"te on binlerce kişi vardı. Genç, yaşlı yaklaşık 40 bin kişinin katıldığı yürüyüşte "Hepimiz Hrant'ız Hepimiz Ermeniyiz" dövizleri taşındı ve "Biz bitti demeden bu dava bitmez" dendi." - Bianet

18 Ocak 2012 Çarşamba

Misafir

Hayat ne garip! Yılgınlık, can sıkıntısı, ümitsizlik duyguları içindeyken 1 dörtlük duyuyorsunuz birden. Puff, bulutlar dağılıyor. Hadi dağılmasa da aralanıyor. Kocaman bir gülümseme yerleşti suratıma, belki size de konuk olur...

Ben birini sevmiyordum.
O da beni sevmiyordu.
Bir gün bir yerde randevulaştık.
Ben gitmedim.
O da gelmedi.
       Özdemir Asaf

19 Ocak 2012, 1'de, Taksim'de

Bir Devlet Geleneği olarak "Cinayet"

1915 Ermeni Soykırımı'nda, 38 Dersim Katliam'ında, 6-7 Eylül 1955 olaylarında, 1977'de 1 Mayıs Katliamı'nda, 1978 Maraş – 1980 Çorum Katliamlarında, Diyarbakır Cezaevi'nde, 1993 Sivas Katliamı'nda, 2000 yılı "Hayata Dönüş" isimli operasyonda, Uğur Kaymaz'ın 12 yaşındayken 13 kurşunla öldürülmesinde, Ceylan Önkol'un 14'ünde bombalanmasında, 2011'de Uludere'de 35 köylünün Türk Savaş Uçaklarıyla bombalanmalarında... olduğu gibi Hrant Dink Davası'nda da gelenek değişmedi. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”, hükümetiyle, yargısıyla, istihbaratıyla, ordusuyla, emniyetiyle... katilleri korumaya devam etti.

"Hrant Dink cinayeti davası, beş yılın ardından 25. duruşmada karara bağlandı. Örgüt suçundan tüm sanıklar beraat ederken, Yasin Hayal müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Tuncel ise, Dink cinayetinden beraat ederken, Mc Donald's bombalamasından ceza aldı ancak tahliye edildi." – Bianet, 18 Ocak 2011

"Cezadan çok beraat kararı çıktı – Dink davası hüsranla bitti. Mahkeme 'örgüt yok' dedi, 'büyük abi' Tuncel ceza bile almadı. Savcı karara itiraz etti." – Radikal, 18 Ocak 2011

Hrant Dink’in avukatlarından sevgili Fethiye Çetin’in dava sonrasında yaptığı açıklama metninden:

“Arat Dink, bizimle dalga geçtiler demişti. Meğer dalganın en büyüğünü en sona saklamışlar. Meğer, Hrant Dink cinayeti, Pelitli’deki birkaç kendini bilmez tarafından işlenmiş. Bu kadarını beklemiyorduk."
...
"Bu gelenek devam ediyor. Bugün bu kararla bir daha tescil ettiler. Bu devletin katil, halkını bombalayan, imhacı, suikastçı, katliamcı, kundakçı gibi sıfatlarla yan yana alınmasından ve bu sıfatlarla birlikte telaffuz edilmesinden çok rahatsız olanlar, devleti bu sıfatlardan arındırmak için hiçbir çaba sarf etmediler, ellerindeki fırsatı da ellerinin tersiyle ittiler. Kanlı ve acılı tarih ve bu tarihi yaratan gelenek de yüzleşmek, arınmak ve böylece yeni cinayetlere bir daha asla diyebilmek ve yüzleşebilmek için bu dava eşsiz bir fırsattı ama onlar bu fırsatı kullanmadılar ve kullanmak da istemediler."
"Daha düne kadar devletin ötekisi olmak ve hedefi olanlar, yani bugünün egemenleri, bugünün siyasileri, bugün kendilerini ötekileştiren gelenekle ittifak kurmuş görünüyor ama bilsinler ki bu ittifakları geçicidir, devlet dönüşmediği sürece geçicidir. Bu gelenek önce geçici müttefiklerini yiyerek, yok ederek yoluna devam etmiştir. Bugün bu kararla cinayet tetikçilerinin yargılandığı dosyanın ilk safhası kapandı ama bu dava bitmedi. Biten bir komedi dosyasıdır. Bizim için bu dava yeni başlıyor. Gideceğimiz pek çok yol ve kullanacağımız çok sayıda alan var. Bunların her birini büyük bir kararlılıkla kullanacağız. Karanlıkların sorgulanması, faillerin yargılanması ve bu dava biz ’bitti’ diyene kadar devam edecek." 

12 Ocak 2012 Perşembe

Nergis zamanı

Bilenler bilir, en sevdiğim çiçektir nergis. İstanbul’da Çingeneler fulya derler adına –bu da sebepsiz değilmiş, meğer nergisin bir türü bu şekilde adlandırılırmış  –  ben de fulya diye bilirdim adını.

Nergis öyle narin görünür ki, hafif bir meltem yetecek gibidir çiçeklerini koparıp almaya. Oysa kış çiçeğidir nergis, ocak-mart aylarında görünür çiçekçi tezgâhlarında. Mütevazı görünüşlüdür, asla gösterişli değildir, tam da bu yüzden daha bir sevdiğimdir. Kokusu öyle güzeldir ki, vazoya koyup odanın bir köşesine yerleştirdiğinizde, kapıdan eve girerken müthiş kokusu dolar burnunuza. Solmalarına yakın dayanamaz, bir iki çiçeği koparır, bir kitabın arasına koyarım kurutmaya. Çöpçü bir tarafım olduğundan biriktirdiğim bir dolu şey var kurumuş nergislerin yanı sıra. Konser biletleri, afişler, sinema biletleri, sergi broşürleri, tren biletleri, kartlar, mektuplar… Tüm bunları iliştirdiğim bir defterim var. Kimi zaman bir şiirin, kimi zaman okuduğum kitaptan bir parçanın veya izlediğim filmden bir repliğin, ya da gazeteden bir yazının da yer aldığı bu defterde –2.si bitmek üzere hatta– göndermediğim –hadi vermediğim diyelim– bir nota iliştirdiğim 2 kurumuş nergis:
.

Nergisi özel yapan bir diğer şeyse adını, Yunan Mitolojisi’ndeki Narcissus'tan (Narkissos da deniliyor) alması. Mitolojik destanlarda yaygın olduğu üzre farklı birçok şekli olan bu hikâyenin, benim bildiklerim arasında en sevdiğim haliyse Jay Macpherson’a ait olanı. Evdeki İngilizce bir kitaptan [1] yaptığım çeviri, naçizane:

Narcissus(Jay Macpherson)

Kara bahtlı Narcissus, çocukken bile her görenin hayran kaldığı, birçok ölümlü ve ölümsüzün âşık olduğu, ancak kibrinden kimselere yüz vermeyen, Adonis kadar güzel genç bir adamdı. En sonunda bir gün, Narcissus'a umutsuzca aşık ama aşkına karşılık alamayan hayranlarından birisi dayanamayıp ona lanetler yağdırdı, “O da bizim gibi acı çeksin. Beyhude bir aşkın peşinde yanıp tutuşsun!” İntikam tanrıçası Nemesis bu haykırışı duydu ve dileği kabul etti.

Yakınlarda, gümüş renginde parlayan sularıyla berrak bir göl vardı. Hiçbir çoban oraya ayak basmamıştı, ne bir hayvan, ne bir kuş. Ne de bir dal parçası kirletmiş, bozmuştu yüzeyini. Yemyeşil çimenlerle çevrili, ormandaki ağaçların etrafını bir barınak gibi sararak öğle güneşinin kızgın ışınlarından bile uzak tuttuğu duru suları her daim soğuktu.

Narcissus’un yolu bir gün buraya düştü. Av sonrası yorgun ve susamıştı. Su içmek için gölün kenarına uzandı. Suya doğru eğilince, gölün derinliklerinden doğruca ona bakan genç bir adamın gözleriyle karşılaştı gözleri. Sudan yansıyan aksiyle aklı başından giden Narcissus, gördüğü bu güzelliğe âşık oldu, ne var ki vurulduğu kendisinden başkası değildi. Ne yemeyi ne dinlenmeyi düşünmeden gölün kenarına uzanıp yansıyan aksine yalvardı, iltifatlar düzdü. O konuştuğunda diğerinin de dudakları oynadı oynamasına ama bir türlü cevabını yakalamayı beceremedi Narcissus. Tam da o esnada en çok küçümsediği, sürekli horladığı tutkunlarından Echo rastladı Narcissus’a. Bir peri olan Echo, çok konuştuğu için Zeus’un karısı Hera’yı bir seferinde çok sinirlendirmiş, Hera da onu cezalandırmıştı. O günden sonra Echo bir daha düzgün bir şekilde konuşamamış, tek yapabildiği diğerlerinin konuşmalarının son kelimelerini tekrarlayabilmek olmuştu ancak. Narcissus’u orada uzanır görünce, Narcissus’un kelimeleriyle yalvardı ona. “Aşkından öleceğim, ne olur acı bana!” dedi Narcissus sevdiğine, “Acı bana!” diye haykırdı Echo boş yere. Narcissus gözlerini bir an olsun kaldırıp bakmasa da Echo, gölün kenarında, onun yanında kalmaya ve –elinden geldiğince– ona yalvarmaya devam etti. Sonunda, karşılıksız aşkından harap olmuş bir halde sararıp soldu ve eriyip gitti. Ondan geriye sesinden başka bir şey kalmadı –ki yolu ormanların kuytularına,  terk edilmiş yerlere düşenler onun sesini duyarlar hâlâ–.

Zalim Narcissus’un akıbetiyse daha iyi olmadı. Gölün dibinden ona bakan yüz giderek solgunlaştı, zayıflayıp süzüldü, ta ki zavallı Echo en nihayetinde onun son “Elveda”sını yakalayıp tekrar edene dek. Fakat Echo diğer perilerle onun matemini tutmak için geri geldiğinde, Narcissus'u bulamadılar hiçbir yerde. Gölde, ortası sarı beyaz bir çiçek boy vermişti onun yerine. Onun adını vererek Narcissus (Nergis) dediler bu çiçeğe. İşte bu çiçekten yaptıkları tacı, suç intikamcıları olan Furies’ler [2], korkunç alınlarının üstünü örtmekte kullandılar bundan böyle.

           ---

Michelangelo Merisi da Caravaggio, Narciso (Narcissus)

En bilinen, size de tanıdık gelebilecek olan üstte gördüğünüz Caravaggio’ya ait olan Narcissus tablosu –ki Google görsellerde aratınca da en çok bu tabloya rast geliyorsunuz (Caravaggio tabi, olsun o kadar)– bendeki kitapta da yer alıyor. Bir de daha önce görmediğim  John William Waterhouse’a ait olan Narcissus ve Echo'nun beraber yer aldıkları  şöyle bir tablo var:

John William Waterhouse, Narcissus and Echoaa

Yine John William Waterhouse’un “Narcissus” adlı, bir genç kadını aynı isimli çiçeği toplarken gösteren yağlı boya tablosu (solda), ve Will H. Low’a ait “Narcissus” adlı, Narcissus’un vücudunun etrafında ve saçlarında sarı renkli, başka bir tür nergisle (muhtemelen fulya denilen türü) birlikte resmedildiği tablosu (sağda) internette denk geldiğim diğer tablolar:

John William Waterhouse, Narcissus and Echo (sol) --- Will H. Low, Narcissus (sağ)
.
Nergisin natürmort olarak yer aldığı tablolar aradığımda, pek bir şey bulamadım başta. Derken aklıma yazın tatilde, Vicki ve Jim’in beni götürmüş oldukları müzede [3] gezdiğimiz bir sergi [4] geldi. Serginin kitapçığını da almışlardı bana, kitaplıktan bulup aldım: “Painting Flowers: Fantin-Latour and the Impressionists”. Serginin geneli Henri Fantin-Latour’a ait çiçek natürmortlarından oluşuyordu ki 'bir çoğu' ülke genelinde farklı galerilerden süreli olarak getirilmişti. Ve evet doğru tahmin, içinde nergislerin olduğu çiçekli tablolar da vardı. Hatta bunlardan birisi müzede Henri Fantin-Latour’a ait tek ‘kalıcı’ eserdi aynı zamanda:

Henri Fantin Latour, Fleurs et Fruits (Çiçekler ve Meyveler)

Üstteki tabloyla ilgili kitaptan birkaç anekdot aktarmak istiyorum öncelikle. Kompozisyonda bahar mevsimine özgü 4 farklı çeşit çiçek var. Ortası sarı, beyaz çiçekli Narcissus Poeticus ve sarıçiçekli Narcissus Hispenica olup, birçok alt türü ve çeşidi olan nergisgiller familyasına aitmiş. Mor sümbülse Hyacinthoides familyasına aitmiş ki – Yunancada Hyacinthus, 'yeniden dünyaya geliş tanrısı', oides ise 'benzer' anlamına geliyormuş. Bahçe şebboyu ise, soluk kırmızı renkli olup Turpgiller (Cruciferae) familyasına aitmiş  [5]. Meyvelere gelirsek, tabloda 3 farklı çeşit armut, 2 ayva ve 1 elma görünüyor. Bu meyvelerinse bahara özgü olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Fantin Latour'un burada, kullanmak istediği renkleri barındıran meyveleri tercih ettiği, çiçek ve meyvelerin ayrı mevsimlerde yetişmelerini önemsemediği yorumunda bulunulabilir. Hatta ben bir adım daha öteye gidip, kompozisyonla ilgili yorumda bulunmaya devam edeceğim. Çiçekler ilkbahara özgü iken meyveler sonbahara  özgü olup, renk seçimine baktığımızda meyve ve çiçeklerin renklerinde dengeden söz etmek mümkün. Ancak yine de -muhtemelen çiçeklerin önünde yer aldığı duvarın renginden kaynaklı- kompozisyonun üst köşesinde daha soğuk renklerin hakim olduğu, meyvelerdeki sarı, kırmızı ve yeşilin ise alt köşeye sıcaklık getirdiği de söylenebilir. Hatta meyvelerin resme canlılık kattığını da söyleyebilirim rahatlıkla. Gözden ilk bakışta kaçan, ama dikkatli bakıldığında belli belirsiz görünen, sepetin içindeki ayvanın üzerinde yer alan böcek de resme canlılık katmak için konulmuş adeta. Sonbahar meyvelerinin sıcak, ilkbahar çiçeklerininse soğuk bir hava kattığı tablonun, bu anlamda bir çelişki barındırdığı da söylenebilir.    
Altta solda yer alan resim, yine sergide yer alan “Vazodaki Çiçekler” adlı tablo. Burada yine ortası sarı, beyaz çiçekli nergis Narcissus Poeticus, uzunca, sarı renkli nergis ise Narcissus Jonquilla’ymış. Burada ben bir ekleme yapmak istiyorum. Daha önce de bahsetmiş olduğum, fulya ismi esasında bu tür için kullanılıyormuş. Latince Jonquilla, İtalyanca foglia olarak, fulya ismiyle de Türkçede kullanılmaktaymış [6]. Daha aşağıda ise mor ve pembe sümbüller yer alıyormuş. Ayrıca siyahlı kırmızılı görünen çiçekler de bahçe şebboyunun bir türüne aitmiş. Tüm bu çiçek demetinin en altındaysa soluk sarı renkteki çiçeklerinse Çuha Çiçeği olabileceği tahmini yapılıyor.
Sağdaki resimse internette gördüğüm Fantin Latour’a ait nergis kompozisyonlarından bir diğeri.

Henri Fantin Latour --- Flowers in a Vase (sol) , Narcissus  in an Opaline Glass (sağ)

Yazıyı burada sonlandırırken, hepimize Narcissus'un çiçeği nergis kokulu günler...

[1] Macpherson, J.,  Narcissus, Literature, Prentice Hall, 1989
[2] "Öfkeliler" olarak da anılan Erinnyelere (Erinyes), Roma mitolojisinde Furies denilirdi. Yunan ve Roma mitolojilerinde korkulan öç alma tanrıçalarıydılar.
[4] Painting Flowers: Fantin-Latour and the Impressionists (16 Nisan 2011 - 09 Ekim 2011) 
[5] Ingram, D., "The Botany of Fantin Latour's Paintings", Painting Flowers: Fantin-Latour and the Impressionists Exhibition Booklet.
[6] Fulya (Narcissus Jonquilla)nergisgillerdensoğan köklü bir bitki ve bu bitkinin güzel kokulu çiçeklere sahip bir bitki türü. İtalyanca foglia kökünden gelen fulya ismiyle Türkçe'de kullanılmaktadır.

Not : Narcissus'u okurken denk geldiğim Furieleri (Erinnyeler) daha önce duyduğumu hatırlamıyorum. Araştırmaya başlayınca oldukça ilginç geldiler -masalları da çok severim, zaman zaman mitoloji sevgim depreşir böyle- onlarla ilgili bir kaç hikâye aktarmaya karar verdim başka bir yazıda.

10 Ocak 2012 Salı

Çalışmak köleleştirir

"Arbeit macht frei (Çalışmak özgürleştirir)"Aushwitz toplama kampının girişinde –birçok toplama kampının girişinde olduğu gibi– yazan yazı. Tutsakların ne şekilde özgürleştiği konusu ise herkesin malumu.

3 Ocak 2012 Salı

Çalıntı


Poster iç-mihrak'tan çalıntıdır.. Üzerinde ufak bir değişiklik yaptım, onlar farklı bir bağlamda kullanmışlardı zira.

Her zaman umut var

           Banksy - There is Always Hope. South Bank London, UK.



Banksy müstear isimli, Britanya uyruklu graffiti sanatçısı, siyasi aktivist, film yönetmeni, ressam.
Sahi, umut her zaman var mı?