27 Şubat 2012 Pazartesi

"Git git Anadolu Grubu"

Ben bu koroya bayıldım. Yaşasın Gerze Direnişi! 
da


“Git, git, Anadolu Grubu, biz Termik istemeyiz
Bize Gerzeli derler, biz yeşili severiz.
Gerze’nin kadınları, Yaykıl’ın kadınları  korkuttu Tuncayları
Bize bir avuç dedin, biz avuca sığmayız.
Yaykıl’ın çadırları gece gündüz nöbette
İsyan ateşi yaktık,
Termiğe  git  işaret…”

26 Şubat 2012 Pazar

Pazar pazar-III

"İnsan ölümünü kendi kendine ölüyor."

Tezer Özlü, 'Çocukluğun Soğuk Geceleri'

Pazar pazar-II

Pazar pazar-I

"Bir akşam, annesini sedirde görmediğini anımsıyor. Minderler, örtü, her şey yerli yerindeydi ama annesi yoktu. Sonra da hiç olmadı. Ölüm, onun sedirdeki boşluğuydu işte, o kadardı: Büyüleyici, esritici bir yanı olmadığını o gün anlamıştı. Bir şeyin birdenbire yerinde olmaması, ama aynı tiktakın sürüp gitmesiydi ölüm."

Tomris Uyar, 'Beyaz Bahçede', 'Yaz Düşleri, Düş Kışları'

23 Şubat 2012 Perşembe

Can Bonomo


Bu yıl Eurovision’a Can Bonomo katılıyor ya beni de bir Eurovision merakı sardı. Yarışma nerdeymiş, şarkı neymiş, kim ne demiş takipteyim. Şarkıyı ekranlarda ilk defa yayınlandığında (dün akşam saatlerinde) dinledim (o da öyle denk düştü). “Hadi biraz Türkiye ezgileri sıkıştıralım, ama Avrupai da dursun…” yapaylığına düşmeden kotarılmış, Eurovision konseptine de gayet güzel uymuş bu şarkıyı (Love me back) ben çok beğendim. Müzikal altyapı çok eğlenceli, son zamanlarda içi kararmış bu bünyeyi –dışı da farklı sayılmaz– kıpır kıpır kıpırdattı. Can Bonomo vokaliyle, hareketleriyle öyle sempatik ki onu izlerken suratınıza yayılan gülümsemeye engel olmak ne mümkün. İyi şanslar Can Bonomo, iyi şanslar Türkiye!


15 Şubat 2012 Çarşamba

Yavaşlık

Toulouse'dan bir şarkı göndermiş arkadaşım bu sabah. Mail atmış.  Şu dışardaki lanet havaya rağmen, "ne güzeldir yollarda olmak şimdi" dizelerini hayal etmemi mümkün kıldı o an. Sonra aklıma Çamlıbel Köyü’ne gidişimiz geldi. Geçtiğimiz yıl mayıs başıydı, belki de nisan sonu. Ama daha sonrası değil. Zira mor salkımlar açmamıştı henüz... Kaygısız, mutlu, arabayla tepeyi tırmanıyorduk. Jülide Özçelik çalıyordu usul usul öncesinde, ama hatırladığım tepeyi tırmanan köy yollarında ilerlerken müziği de kapadığımız. Açık camdan içeri dolan sesler, ama tüy gibi, hafif, mayıs sesleri... Hava ılık –sıcak değil ama– taze ve ılık. Öğle saatleri... Arabadayız, ve en önemlisi yavaşlık, ‘an’ uzamıyor ama genişliyor. ‘Duymamız’ için yavaşlık şart. Sesleri duymamız için şart örneğin, arabanın çakıl yolda ilerlerken çıkardığı sesi, dönüşlerde taşların hafifçe sağa sola kaçışma sesini, ılık havanın sesini, ağaçların salınışlarının sesini, köyün olağan gündelik seslerini, taze havanın sesini...
Yavaşlık güzeldir..
f

Evet, yavaşlık güzeldir, ve insanın arkadaşları olması. Uzakta da olsa, orada bir yerde olması, ve sana bakması...

11 Şubat 2012 Cumartesi

"Yağmurun yağması iyidir"

Cemal Süreya’yı çok sevdiğimi söylemiş miydim? O halde söylüyorum işte. Başucu kitaplarımdandır ‘Sevda Sözleri’. Ondan şiir okurken bi yandan da resimler çizerim, boyarım aklımda. Resim yapabilseydim mutlaka resmini yapmak istediğim şiirleri var: ‘Adam’ örneğin ya da ‘Elma’. "Elma"yı o kadar çok severim ki okumalara doyamam:  

ELMA
Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun
Elma da elma ha allahlık
Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı
Kuşlar uçuyor üstünde
Gökyüzü var üstünde
Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştun
Bir duvarın üstünde
Bir yandan elma yiyorsun kırmızı
Bir yandan sevgilerini sebil ediyorsun sıcak
İstanbul'da bir duvar

Ben de çıplağım ama elma yemiyorum
Benim öyle elmalara karnım tok
Ben öyle elmaları çok gördüm ohooo
Kuşlar uçuyor üstümde bunlar senin elmanın kuşları
Gökyüzü var üstümde bu senin elmandaki gökyüzü
Hatırlanacak olursa seninle beraber soyunmuştum
Bir kilisenin üstünde
Bir yandan çan çalıyorum büyük yaşamaklara
Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak
Duvarda bir kilise

İstanbul'da bir duvar duvarda bir kilise
Sen çırılçıplak elma yiyorsun
Denizin ortasına kadar elma yiyorsun
Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun
Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz
Bir yanda Sirkeci'nin tiren dolu kadınları
Âdettir sadece ağızlarını öptürürler
Ayaküstü işlerini görmek yerine

Adımın bir harfini atıyorum
                                            Cemal Süreya (1956)

Bence Van Gogh ya da Gauguin renkleri pek yakışır şiirlerine. Ee onlar da kıymetlilerimden olduklarından biraz. Ama düşünüyorum da, en çok Chagall’ın resimlerini yakıştırırım yanlarına. 
                                                                             
Marc Chagall -  The birthday 1915

Marc Chagall -  Clock with blue wing 1949

8 Şubat 2012 Çarşamba

Siyah..

‘Shoot me down’ bu aralar sıkça dinlediğim Nick Cave&The Bad Seeds şarkılarından. Bu yazı da ona dair.
B-Sides&Rarities Boxset’inin (2005) 3. CD’sinde yer alan şarkı Nick Cave’in puslu sesi, melankolik vokali, kemanın daha da kesifleştirdiği kederli müziğiyle can acıtan cinsten. 



                Shoot Me Down
On those sentimental nights
you hold me on your sights
and shoot me down
And though there ain't no enemy here
you keep me very near
and shoot me down
shoot me down
Your hands, they flutter up
armed and dangerous, my buttercup
and shoot me down
in flames

Stand back baby, stand back and let me breathe
I think I'm falling out of here
I can hear the grass grow
I can hear the melting snow
I can feel your breath against my ear
I might just disappear
Yeah, wouldn't that be nice?
Yeah, wouldn't that be nice?
Well, wouldn't that be nice?

I look into your eyes
and it comes as no great surprise
you're gonna shoot me down
shoot me down
I know that when you smile
it'll only be a short little while
Shoot me down
in flames
Shoot me down
in flames
Shoot me down
in flames
you're gonna shoot me down
oh, in flames
shoot me down, shoot me down
in flames

Çeviri yaparken, sözcüklerin anlamlarından bir şeyler yitirmemek imkânsız. Kaldı ki biçim için de aynı risk söz konusu. Anlamı karşılayan oldukça sadık bir çevirinin tatsız tuzsuz, ruhsuz bir kelimeler yığınına dönüşme olasılığı malumunuz. Çeviri, metaforik anlamlar içeren bazı kavramları somuta indirgeyerek bu anlam daralmasını daha da dramatikleştirebiliyor. Kaldı ki Nick Cave şarkılarında, farklı okumalara açık kavramların kullanıldığı, metaforların sık sık yer aldığı düşünülürse, bunun çeviri işini daha da zorlaştırdığı rahatlıkla söylenebilir.
Ezcümle, bu şarkının sözlerini çevirmek harcım değil. Gerçi elime kâğıt-kalem alıp denedim denemesine. Metnin bütününde muğlak kalan birtakım kavramların, çeviriyle daha kesin, dolayısıyla köşeli tek bir anlama indirgenme durumunun önüne geçemedim. Sonuçta çeviri – ne kadar mümkünse – ‘bu metin, bu metne denktir’, iddiası taşımak durumunda. Bu iddiayı taşımaktansa olası okuma biçimlerinden bana daha makul görünen – daha benimsediğim – birini esas alarak yorumda bulunmayı tercih ediyorum. Zira Nick Cave’in şarkıda ne kastettiğine dair de ciddi tereddütlerim var.
Yorumda bulunurken, karmaşanın önüne geçmek için sözleri 3 bölüm halinde –bölümler arasında birer boş satır bulunuyor– incelemeyi düşünüyorum.
Şarkıda Nick Cave aşkın kederli, acıtan yönünden bahsediyor gibi. Aşk trajik bir durum, bir bakıma bağımlılık hali, bazı bazı kölelik hadisesi... Kadın, erkeği gözünün önünden ayırmıyor, hep yakınında istiyor ama sonrasında onu vuran, düşüren, yıkan da o;  burada geçen ‘shoot me down’ ifadesinin metafor olduğu açık. Burada, platonik bir aşktan söz edildiği, kadının erkeği sevmediği, tek derdinin ona acı çektirmek olduğu gibi bir yorum bence zorlama bir düşünce olur. Ya da ben bu şekilde düşünmemeyi tercih ediyorum diyelim. Yorumlamaya da bu noktadan hareketle devam ediyorum. Bu acı çekme durumu aşkın doğasıyla ilgili... Divan edebiyatına dair bilgim, lisede edebiyat dersinde okuduğumuz sayılı şiirle sınırlı, dolayısıyla üzerine ahkâm kesmiş gibi görünmek istemem. Divan edebiyatında bir pervane metaforu vardır –bilirsiniz– pervane (böceği) mumun (ışığın, ateşin vs.) etrafında uçup durur. Bu ölümüne bir uçuştur, zira sonunda pervane mumun ateşine yakalanır, yanar. Aşkı, katili olur bir bakıma. Ancak, ateşe yaklaşmaktan da kendini alamaz bir türlü. Burada, erkeğin durumu tam da pervaneyle örtüşür nitelikte. Serzenişleri, aşkının büyüklüğünün, bu aşkın esiri olarak duyduğu acının göstergesi bir bakıma.
Devam eden bölümde, umutsuzca aşkına yalvarmakta, ondan uzak durmasını, soluk almasına izin vermesini istemektedir. “Sanki düşüyorum başka bir yere –burası değil– (I think I'm falling out of here)“ dizesiyle kastettiğiyse aşkın onu farklı bir biliş düzeyine ulaştırması, farkındalığının artması, olguları daha derinden duyumsamasına işaret ediyor gibidir: “çimlerin büyüyüşünü duyabiliyorum, karın eriyişini veya kulaklarımın ardındaki nefesinin sesini.” Her şeyi daha uçlarda hissetme hali, âşıkken mutluluğu da mutsuzluğu da daha derinden yaşama hali, esrime hali... Bu esnada, yok olmaktan, çekip gitmekten bahseder. ‘I might just disappear’ dizesindeki ‘might’ bir olanaktan (-ebilmek, -abilmek) öte zorunluluğu (-meli, -malı) işaret eder gibidir. Bu acıdan kurtulmasının yegâne yoludur aşkını terk edip gitmek, kim bilir. Bu da mümkün müdür ki?
Son bölümde, âşık olduğu kadının gözlerinin içine bakar; onu vuracak olması, alevler içinde bırakması çok da şaşırtıcı gelmez ona. Gülümseyişi de bir anlıktır, tekrar alevlere iter onu. Aşkın bir bağımlılık hali, bazı bazı kölelik hadisesi olarak görülmesi tam da bu esnada anlam kazanır. Bir kaç dize öncesinde gitmekten bahseder, bunun iyi olduğundan, ama parçanın devamında bu düşünceden eser yoktur. Aşkın kederli can acıtıcılığı, mutlu bir esrimenin ardından alev alev yakan yüzüdür esas olan. Acı çekmenin, aşkın doğasından kaynaklandığını kabulleniştir. Bu şekilde son bulur şarkı...

Not: Video, Nick Cave’in farklı videolarından (The mercy seat, Into my arms, Henry Lee sadece benim tanıdıklarım) pasajlar içeriyor. Videoda geçen görüntülerin de etkisiyle şarkıdaki karakterleri bir adam ve bir kadın olarak düşündüm. Zaman zaman şartlanmışlıkların çok mu etkisinde kaldığımı düşünürüm. O ya da bu şekilde kalıyoruz mutlaka. Oysa benim inandığım dünyada aşk, kadın ve erkek arasında olmak zorunda değil. Bu notu da burada düşmeden geçemedim. “Öteki türlüsüne gönlüm elvermedi.”

4 Şubat 2012 Cumartesi

Kusursuz bir gün

Soğuk, gri günlerden sonra bu sabah pırıl pırıl bir güneşe ve masmavi gökyüzüne uyandık İstanbul'da. 
Defterime iliştirdiğim bir kart var, Lou Reed'in "Perfect Day" şarkısının ilk dizelerinin çevirisinin yazılı olduğu. Aklıma o dizeler düştü:

kusursuz bir gün işte
parkta sangria içmek 
ve sonra hava karardığında 
eve gitmek

2 Şubat 2012 Perşembe

İlgisiz


"...Benim dünkü konuşmamdan 'Türkiye'yi dindarlar, dinsizler' diye ayırdığımı söylüyor. Önce şu kulakların duymaya alışsın: Benim ifademde dindarlar, dinsizler denmiyor. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunu yine söylüyorum, bunun arkasındayım. ... Biz muhafazakar ve demokrat, milletinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz. Bunun için çalışıyoruz." 
(Recep Tayyip Erdoğan)

Kaynak : BIANET