"Bir akşam, annesini sedirde görmediğini anımsıyor. Minderler, örtü, her şey yerli yerindeydi ama annesi yoktu. Sonra da hiç olmadı. Ölüm, onun sedirdeki boşluğuydu işte, o kadardı: Büyüleyici, esritici bir yanı olmadığını o gün anlamıştı. Bir şeyin birdenbire yerinde olmaması, ama aynı tiktakın sürüp gitmesiydi ölüm."
Bu
yıl Eurovision’a Can Bonomo katılıyor ya beni de bir Eurovision merakı sardı. Yarışma
nerdeymiş, şarkı neymiş, kim ne demiş takipteyim. Şarkıyı ekranlarda ilk defa
yayınlandığında (dün akşam saatlerinde) dinledim (o da öyle denk düştü). “Hadi
biraz Türkiye ezgileri sıkıştıralım, ama Avrupai da dursun…” yapaylığına düşmeden
kotarılmış, Eurovision konseptine de
gayet güzel uymuş bu şarkıyı (Love me back) ben çok beğendim. Müzikal altyapı
çok eğlenceli, son zamanlarda içi kararmış bu bünyeyi –dışı da farklı sayılmaz–
kıpır kıpır kıpırdattı. Can Bonomo vokaliyle, hareketleriyle öyle sempatik ki onu
izlerken suratınıza yayılan gülümsemeye engel olmak ne mümkün. İyi şanslar Can
Bonomo, iyi şanslar Türkiye!
Toulouse'dan bir
şarkı göndermiş arkadaşım bu sabah. Mail atmış. Şu dışardaki lanet
havaya rağmen, "ne güzeldir
yollarda olmak şimdi"
dizelerini hayal etmemi mümkün kıldı o an. Sonra aklıma Çamlıbel Köyü’ne gidişimiz geldi. Geçtiğimiz yıl mayıs başıydı, belki de nisan sonu. Ama daha
sonrası değil. Zira mor salkımlar açmamıştı henüz... Kaygısız, mutlu,
arabayla tepeyi tırmanıyorduk. Jülide Özçelik çalıyordu usul usul öncesinde,
ama hatırladığım tepeyi tırmanan köy yollarında ilerlerken müziği de
kapadığımız. Açık camdan içeri dolan sesler, ama tüy gibi, hafif, mayıs
sesleri... Hava ılık –sıcak değil ama– taze ve ılık. Öğle saatleri... Arabadayız,
ve en önemlisi yavaşlık, ‘an’ uzamıyor ama genişliyor. ‘Duymamız’ için yavaşlık
şart. Sesleri duymamız için şart örneğin, arabanın çakıl yolda ilerlerken çıkardığı sesi,
dönüşlerde taşların hafifçe sağa sola kaçışma sesini, ılık havanın sesini,
ağaçların salınışlarının sesini, köyün olağan gündelik seslerini, taze havanın
sesini... Yavaşlık güzeldir.. f
Evet, yavaşlık
güzeldir, ve insanın arkadaşları olması.
Uzakta da olsa, orada bir yerde olması, ve sana bakması...
Cemal
Süreya’yı çok sevdiğimi söylemiş miydim? O halde söylüyorum işte. Başucu kitaplarımdandır ‘SevdaSözleri’. Ondan şiir okurken bi yandan
da resimler çizerim, boyarım aklımda. Resim yapabilseydim mutlaka resmini yapmak
istediğim şiirleri var: ‘Adam’
örneğin ya da ‘Elma’. "Elma"yı o kadar çok severim ki okumalara
doyamam:
ELMA
Şimdi sen çırılçıplak
elma yiyorsun
Elma da elma ha allahlık
Bir yarısı kırmızı bir
yarısı yine kırmızı
Kuşlar uçuyor üstünde
Gökyüzü var üstünde
Hatırlanacak olursa tam
üç gün önce soyunmuştun
Bir duvarın üstünde
Bir yandan elma yiyorsun
kırmızı
Bir yandan sevgilerini
sebil ediyorsun sıcak
İstanbul'da bir duvar
Ben de çıplağım ama elma
yemiyorum
Benim öyle elmalara
karnım tok
Ben öyle elmaları çok
gördüm ohooo
Kuşlar uçuyor üstümde
bunlar senin elmanın kuşları
Gökyüzü var üstümde bu senin
elmandaki gökyüzü
Hatırlanacak olursa
seninle beraber soyunmuştum
Bir kilisenin üstünde
Bir yandan çan çalıyorum
büyük yaşamaklara
Bir yandan yoldan
insanlar geçiyor çoğul olarak
Duvarda bir kilise
İstanbul'da bir duvar
duvarda bir kilise
Sen çırılçıplak elma
yiyorsun
Denizin ortasına kadar
elma yiyorsun
Yüreğimin ortasına kadar
elma yiyorsun
Bir yanda esaslı kederler
içinde gençliğimiz
Bir yanda Sirkeci'nin
tiren dolu kadınları
Âdettir sadece ağızlarını
öptürürler
Ayaküstü işlerini görmek
yerine
Adımın bir harfini
atıyorum
Cemal Süreya (1956)
Bence Van Gogh ya da Gauguin renkleri pek yakışır şiirlerine. Ee onlar da
kıymetlilerimden olduklarından biraz. Ama düşünüyorum da, en çok Chagall’ın resimlerini yakıştırırım
yanlarına.
‘Shoot
me down’ bu aralar sıkça dinlediğim Nick Cave&The Bad Seeds şarkılarından. Bu yazı da ona
dair.
B-Sides&Rarities
Boxset’inin (2005) 3. CD’sinde yer alan şarkı Nick Cave’in puslu sesi,
melankolik vokali, kemanın daha da kesifleştirdiği kederli müziğiyle can acıtan
cinsten.
Shoot Me Down
On
those sentimental nights
you hold me on your sights
and shoot me down
And
though there ain't no enemy here
you keep me very near
and shoot me down
shoot me down
Your
hands, they flutter up
armed and dangerous, my buttercup
and shoot me down
in flames
Stand
back baby, stand back and let me breathe
I think I'm falling out of here
I can hear the grass grow
I can hear the melting snow
I can feel your breath against my ear
I might just disappear
Yeah, wouldn't that be nice?
Yeah, wouldn't that be nice?
Well, wouldn't that be nice?
I
look into your eyes
and it comes as no great surprise
you're gonna shoot me down
shoot me down
I
know that when you smile
it'll only be a short little while
Shoot me down
in flames
Shoot
me down
in flames
Shoot me down
in flames
you're
gonna shoot me down
oh, in flames
shoot me down, shoot me down
in flames
Çeviri
yaparken, sözcüklerin anlamlarından bir şeyler yitirmemek imkânsız. Kaldı ki
biçim için de aynı risk söz konusu. Anlamı karşılayan oldukça sadık bir
çevirinin tatsız tuzsuz, ruhsuz bir kelimeler yığınına dönüşme olasılığı
malumunuz. Çeviri, metaforik anlamlar içeren bazı kavramları somuta indirgeyerek
bu anlam daralmasını daha da dramatikleştirebiliyor. Kaldı ki Nick Cave
şarkılarında, farklı okumalara açık kavramların kullanıldığı, metaforların sık
sık yer aldığı düşünülürse, bunun çeviri işini daha da zorlaştırdığı rahatlıkla
söylenebilir.
Ezcümle,
bu şarkının sözlerini çevirmek harcım değil. Gerçi elime kâğıt-kalem alıp
denedim denemesine. Metnin bütününde muğlak kalan birtakım kavramların,
çeviriyle daha kesin, dolayısıyla köşeli tek bir anlama indirgenme durumunun
önüne geçemedim. Sonuçta çeviri – ne kadar mümkünse – ‘bu metin, bu metne
denktir’, iddiası taşımak durumunda. Bu iddiayı taşımaktansa olası okuma
biçimlerinden bana daha makul görünen – daha benimsediğim – birini esas alarak
yorumda bulunmayı tercih ediyorum. Zira Nick Cave’in şarkıda ne kastettiğine
dair de ciddi tereddütlerim var.
Yorumda
bulunurken, karmaşanın önüne geçmek için sözleri 3 bölüm halinde –bölümler arasında
birer boş satır bulunuyor– incelemeyi düşünüyorum.
Şarkıda
Nick Cave aşkın kederli, acıtan yönünden bahsediyor gibi. Aşk trajik bir durum,
bir bakıma bağımlılık hali, bazı bazı kölelik hadisesi... Kadın, erkeği gözünün önünden ayırmıyor, hep yakınında istiyor ama
sonrasında onu vuran, düşüren, yıkan da o;
burada geçen ‘shoot me down’ ifadesinin
metafor olduğu açık. Burada, platonik bir aşktan söz edildiği, kadının erkeği
sevmediği, tek derdinin ona acı çektirmek olduğu gibi bir yorum bence zorlama
bir düşünce olur. Ya da ben bu şekilde düşünmemeyi tercih ediyorum diyelim.
Yorumlamaya da bu noktadan hareketle devam ediyorum. Bu acı çekme durumu aşkın
doğasıyla ilgili... Divan edebiyatına dair bilgim, lisede edebiyat dersinde
okuduğumuz sayılı şiirle sınırlı, dolayısıyla üzerine ahkâm kesmiş gibi
görünmek istemem. Divan edebiyatında bir pervane metaforu vardır –bilirsiniz–
pervane (böceği) mumun (ışığın, ateşin vs.) etrafında uçup durur. Bu ölümüne
bir uçuştur, zira sonunda pervane mumun ateşine yakalanır, yanar. Aşkı, katili
olur bir bakıma. Ancak, ateşe yaklaşmaktan da kendini alamaz bir türlü. Burada,
erkeğin durumu tam da pervaneyle örtüşür nitelikte. Serzenişleri, aşkının
büyüklüğünün, bu aşkın esiri olarak duyduğu acının göstergesi bir bakıma.
Devam
eden bölümde, umutsuzca aşkına yalvarmakta, ondan uzak durmasını, soluk
almasına izin vermesini istemektedir. “Sanki
düşüyorum başka bir yere –burası değil– (I think I'm falling out of here)“ dizesiyle kastettiğiyse aşkın onu
farklı bir biliş düzeyine ulaştırması, farkındalığının artması, olguları daha
derinden duyumsamasına işaret ediyor gibidir: “çimlerin büyüyüşünü duyabiliyorum, karın eriyişini veya kulaklarımın ardındaki nefesinin sesini.”
Her şeyi daha uçlarda hissetme hali, âşıkken mutluluğu da mutsuzluğu da daha
derinden yaşama hali, esrime hali... Bu esnada, yok olmaktan, çekip gitmekten
bahseder. ‘I might just disappear’
dizesindeki ‘might’ bir olanaktan (-ebilmek, -abilmek) öte zorunluluğu (-meli,
-malı) işaret eder gibidir. Bu acıdan kurtulmasının yegâne yoludur aşkını terk
edip gitmek, kim bilir. Bu da mümkün müdür ki?
Son
bölümde, âşıkolduğu kadının gözlerinin içine bakar; onu vuracak olması, alevler
içinde bırakması çok da şaşırtıcı gelmez ona. Gülümseyişi de bir anlıktır, tekrar alevlere iter onu. Aşkın bir
bağımlılık hali, bazı bazı kölelik hadisesi olarak görülmesi tam da bu esnada
anlam kazanır. Bir kaç dize öncesinde gitmekten bahseder, bunun iyi olduğundan,
ama parçanın devamında bu düşünceden eser yoktur. Aşkın kederli can
acıtıcılığı, mutlu bir esrimenin ardından alev alev yakan yüzüdür esas olan.
Acı çekmenin, aşkın doğasından kaynaklandığını kabulleniştir. Bu şekilde
son bulur şarkı...
Not:
Video, Nick Cave’in farklı videolarından (The mercy seat, Into my arms, Henry Lee
sadece benim tanıdıklarım) pasajlar içeriyor. Videoda geçen görüntülerin de
etkisiyle şarkıdaki karakterleri bir adam ve bir kadın olarak düşündüm. Zaman
zaman şartlanmışlıkların çok mu etkisinde kaldığımı düşünürüm. O ya da bu
şekilde kalıyoruz mutlaka. Oysa benim inandığım dünyada aşk, kadın ve erkek arasında olmak zorunda
değil. Bu notu da burada düşmeden geçemedim. “Öteki türlüsüne gönlüm elvermedi.”
"...Benim dünkü konuşmamdan 'Türkiye'yi dindarlar, dinsizler' diye ayırdığımı söylüyor. Önce şu kulakların duymaya alışsın: Benim ifademde dindarlar, dinsizler denmiyor. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunu yine söylüyorum, bunun arkasındayım. ... Biz muhafazakar ve demokrat, milletinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz. Bunun için çalışıyoruz."