10 Temmuz 2012 Salı

Melankoli

Sabahattin Ali’nin şiiri, Ali Kocatepe’nin bestesi ve Nükhet Duru’nun sesiyle… Bu ses, bu yorum harika! Bir şeyler demek istiyorum, diyemiyorum. Ah, melankoli…



Melankoli
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır

Anlayamam kaderimi
Bir ateş yakar derimi
İçim dar bulur yerimi
Gönlüm dağlarda bunalır

Ne kış ne yazı isterim
Ne bir dost yüzü isterim
Hafif bir sızı isterim
Ağrılar sancılar gelir

Yanıma düşer kollarım
Görünmez olur yollarım
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir

Ne bir dost ne bir sevgili
Dünyadan uzak bir deli
Beni sarar melankoli
Kafamın içersi ölür
Sabahattin Ali

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Jean Genet

1 önceki yazımı CocoRosie’ye ait olan ve Antony Hegarty ile beraber seslendirdikleri harikulade “Beautiful Boyz” şarkısıyla bitirmiş ve sözlerin Jean Genet’ye dair olduğunu belirtmiştim. Sözleri çevirmeye kalksam mı bilemedim, biraz da üşendim doğrusu. Bir ara oturup çevirmeye çalışayım, ama şimdilik sözleri ekliyorum. Bir de yıllar yıllar önce, dayımların gömme dolabında bulduğum bir yığın eski dergi ve kitap içinde 1990 yılına ait Düşün Dergisi’nde Jean Genet’nin yaşamöyküsünü okumuştum. Çok etkilendiğimden, İstanbul’a döner dönmez Hizmetçiler (Les Bonnes) adlı oyununu almıştım (çok da beğenmiştim). Her neyse, dergideki bu ilginç hayat hikâyesini aşağıda şarkı sözlerine müteakip aynen alıntılıyorum.

Beautiful Boyz

Born illegitimately
To a whore most likely
He became an orphan
Oh what a lovely orphan
He was sent to the reformatory
Ten years old was his first glory
Got caught stealing from a nun
Now his love story had begun

Thirty years he spent wandering
A devil's child with dove wings
He went to prison
In every country he set foot in
Oh how he loved prison
How awfully lovely was prison

All those beautiful boyz
Pimps and queens and criminal queers
All those beautiful boyz 
Tattoos of ships and tattoos of tears

His greatest love was executed
The pure romance was undisputed
Angelic hoodlums and holy ones
Angelic hoodlums and holy ones

All those beautiful boyz...

Jean Genet (1910 - 1986)

Doğduktan hemen sonra annesinin terk ettiği evlilik dışı bir çocuk olan Genet, önce yetimhanelerde, sonra da bir köylü ailesinin yanında büyüdü. 10 yaşında hırsızlıkla suçlandı ve gönderildiği Mettray ıslahhanesinden tamamen toplum dışına itilmiş bir delikanlı olarak kaçtı. Bundan sonraki yaşamının büyük bir bölümünü kanun dışı olarak geçirdi: İspanya' da dilencilik ve homoseksüel fahişelikten hapse atıldı, İtalya' da yankesicilikten, Arnavutluk'ta sığır hırsızlığından yattı. Polonya'da piyasaya sahte para sürmekten, Hollanda'da ülkeye uyuşturucu sokmaktan tutuklandı. Alman işgali sırasında Fransa'da Fresnes cezaevinde olan Genet, 1942' de bir iddia üzerine, müşterisini öldüren bir homoseksüele ithaf ettiği ilk şiirini yazdı. Yine aynı cezaevinde yazdığı ilk romanı Notre Dame de Fleurs (1944) ile Cocteau, Sartre ve Simon de Beauvoir'ın ilgisini çekti. Bu ve bundan sonraki romanı olan Miracle de la Rose'da (1946) Genet büyük bir dil ustalığıyla kendi dünyasını anlatır. Genet'yi reddeden burjuva toplumun reddidir bu dünya: Suç ve sapıklık normal, cinayet ve ihanet kahramanlıktır. Genet'nin zarif hatta törensel bir Fransızcayla yazmayı, edebiyat ve sanat konusundaki bilgilerini nasıl öğrendiği hala bir sırdır.


Pompes Funebres (1974) ve Quenerelle de Brest adlı iki romanından sonra Genet 1948’de artık ün kazanmış olmasına rağmen onuncu kez hırsızlıktan hüküm giydiği için müebbet hapse mahkûm oldu. Ancak birçok tanınmış yazarın imzaladığı bir dilekçe ile affedildi. Aynı yıl otobiyografisine en yakın kitabını Journal de Voleur’ü yayımladı ve daha sonra tiyatro ile ilgilenmeye başladı.

İlk oyunu Haute Surveillance, ikincisinden (Les Bonnes) ancak iki yıl sonra 1949’da sahnelenebildi. Les Bonnes ise Genet için bir çeşit intikamdı. Artık karşısında tiyatroda canlı seyirciler vardı; hırsız Genet’nin toplum karşıtı fantezilerini seyretmek için para ödüyorlardı. Özgürlük ve ün Genet’nin bir süre için bunalıma girmesine neden oldu: altı yıl boyunca hiç bir şey yazmadı. Le Balcon (1956) ile Uyumsuzluk Tiyatrosu evrenine girdi. Les Negres (1957) ve Les Paravents (1961) adlı oyunlarını bazı eleştirmenler "Tiksinti tiyatrosu" olarak da nitelendirdiler. Les Paravents (Paravanlar) oyununda Genet, Cezayir savaşı çerçevesinde yine toplum dışı insanların yanında ve güçlülerin karşısında yer alır. Açık havada ve dört katlı bir sahnene oynanması için düşünülen bu oyun, anal erotizm, ama daha çok da içerdiği siyasi imalar yüzünden 1966'ya kadar Fransa'da oynanmadı.

Genet'nin 1940'larda çektiği Un Chant d' Amour adlı filmi de homoseksüelliği yücelttiği için yaygın seyirci kitlesine ulaşamadı.

Kaynak: Yeni Düşün
Üç Aylık Kültür ve Sanat Dergisi
Bahar 1990

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Psychedelic durumlar ya da Vecd hali

Bugünlerde sabah akşam Antony dinliyorum. Önümüzdeki pazartesi konseri var ve ben şu gök kubbe altında canlı performansını en çok görmek istediğim kişilerden olan bu adeta “dünya dışı” varlığı dinleyemeyecek olmanın hayal kırıklığını yaşıyorum. Tekrar! Gerçi İstanbul’a ilk gelişinde habersizdim –her anlamda–. Onu, ilk defa maalesef İstanbul’a gelişinden kısa bir süre sonra “Eternal Children” filminde dinlemiştim. Sadece kısa bir süre önce konser için İstanbul’da olduğunu öğrenince de çok üzülmüştüm. O gün bugündür “gelse de gitsek” beklentisi içindeydim ki İKSV bu yılki caz festivali programını açıklayınca tarifsiz sevinçlere gark oldum. Heyhat şimdiyse gidemiyorum. İnsan bir şeyi çok istememeli zaten. Yıllar yıllardır Nick Cave’i bekliyorum, en sonunda “o gelmiyor ben gideyim” deyip almış olduğum bilet, vize işlemlerinin gecikmesi yüzünden çöpe gitmişti. Bu da içimde uhdedir, hatırlayıp hatırlayıp sinir olurum.


Antony And The Johnsons (ve Filarmonia İstanbul 'Cut The World') konseri 9 Temmuz’da Cemil Topuzlu’da [1]Tek tesellim, konser mekânının Cemil Topuzlu olması… Zira pek hazzetmem işbu mekândan. Bunda, parasız olmanın neticesi olarak sahnenin epey uzağına düşen biletlerden almak zorunda kalmanın etkisi yadsınamaz. Tabi (nerde çokluk orda bokluk hesabı) konsere geliş amaçlarının ne olduğunu bir türlü çözemediğim kişilerin –görece– fazlalığını da unutmamak gerek. Bir de geçen yıl yine Caz Festivali’nde bu mekânda gerçekleşen Javier Limon’s “Mujeres De Agua” (Suyun Kadınları) konserinde Beyaz Türklerin nefretine tanık olduğumuz tatsız anı var. Zaten “nezih” cazseverlerin Aynur’u yuhalayıp sahneden indirdikleri bu konser sonrası içimden, fazla insanın olduğu konserlere gitmek gelmiyor. Doğrusu Antony’yi küçük bir kulüp ya da barda ya da yüksek kubbeli bir kilisede (Aya İrini’de mesela) dinlemeyi tercih etsem de varsın Cemil Topuzlu’da olsun –benimkisi gidemeyecek olmanın da kıskançlığı biraz– o konsere her türlü gidilir.

Antony nasıl tanımlanır? Bildiğim kelimeler yetmiyor, ne desem eksik kalır. Sesiyle, görünüşüyle, o çok güzel gülümsemesiyle, müziğiyle “melek” imgesi uyandırıyor zihinde. Cinsiyeti olmayan bir ses onunkisi. Bu yönüyle Nina Simone’u getiriyor aklıma. Kadın mı erkek mi karar veremediğiniz bu ses, her dinleyişinizde size farklı şeyler hissettirme potansiyeliyle şarkının sürekli dönüşmesine, genişlemesine neden oluyor. Bu sesin yaşı da yok ayrıca. Bildiğiniz tüm tanımlamalardan azade sanki. Yeni jenerasyondan Paolo Nutini geliyor aklıma bir de cinsiyetsiz, yaşsız sesi nedeniyle. Piyanonun benim üstümdeki etkisidir bir bakıma da, Antony’ye olan tutkumun sebebi.

Diyorum ya, onu dinleyip duruyorum. Bu esnada, Youtube’tan “Eternal Children”ın ilk bölümünü de (Youtube’ta 6 bölüm halinde mevcut) izledim. İngilizce anlama kapasiteme sağlık, konuşmaları çoklukla anlayamadım. Belgesel CocoRosie’nin “Terrible Angels” şarkısıyla müthiş bir girişe sahip kanımca. Sierra’nın dediklerini çoklukla anlamamakla beraber, Devendra’yı anlamayı başarmama kendim de şaşıyorum. Sierra’nın söylediği kısa bir parçayı saymazsak bölüm Antony’nin müthiş müthiş “You are my sister”ıyla bitiyor ki, belgeselle ilgili bunca laf kalabalığını esasında sizde bu bölümü izleme baskısı yaratmak adına yaptım: (Videoyu embed etmiyorum, ayrıca o kadar mp3 ve video ekledim ki  sayfa çok ağırlaşacak zannediyorum, bari bu eksik kalsın.)

http://www.youtube.com/watch?v=YjRZmpLs5EY

Peki şimdi Antony'nin hangi şarkısından söz etsem ki! Grupla aynı adı taşıyan ilk albümündeki “Cripple and the Starfish” en sevdiklerimden:




Antony tabi ki muhteşem, piyano ve illaki yaylılar, bir de sözler:

“…
I am very happy
So please hit me
I am very happy
So please hurt me”

“Öylesine mutluyum ki, n’olur kır beni / Öylesine mutluyum ki lütfen acıt beni” şeklinde çevirebilirim bu bölümü. Ancak siz yine de sözlerin tamamına bir bakın derim.

“I am a bird now” albümünde Rufus Wainwright’la seslendirdikleri “What can I do” da şiddetle tavsiye olunur:



“Leonard Cohen: I am your man” belgeselindeki “if it be your will” ya da. Doğrusu ben hem Leonard Cohen hem Antony yorumunu ayrı beğeniyorum.

Bir de bence Antony’nin birçok çalışmasından oldukça farklı bir ortak işi daha var ki, ondan da bahsetmek istiyorum. Şarkıyı ilk defa Şahika’nın terasında dinlemiştim. (Ah o zamanlar üniversitede laboratuvarda tezlerimiz üzerine çalışan yüksek lisans öğrencileriydik. Ve her Allahın günü mesai bitiminde, çoklukla Asmalımescit’te ama bazen de –özellikle baharda– pek keyifli olan Şahika’nın terasında bahar güneşi altında şöyle buz gibi biralarımızı içerdik. “Hey gidi gençlik, hey!” diyesim geldi tam bu noktada.) Neyse şarkıya dönersek, çalan şarkıyla bir an kalakaldığımı hatırlıyorum. Ses Antony de müziğe aşina değilim, elektronik altyapıdan sebep “kim ola ki bunlar?” diyorum. Âdetimdir, değişmez, hoşuma giden bir şeyler duyduysam ve bilmediğim bir şeyse öğrenmeden rahat edemem. Ya ona buna sorarım, ya sonra netten bakmak için sözleri not alırım bir şekilde öğrenmeye çalışırım. Gidip soruyorum laptop başındaki amcaya: Hercules and Love Affair. Grupla aynı adı taşıyan bu albümde Antony’nin eşlik ettiği 5 şarkı var. Albümün benim için tartışmasız hitlerinden biri “Blind” da terasta duyduğumuz şarkı. House, disco tarzlarındaki müzik Antony vokaliyle muhteşem:



Beraber çalıştıkları arasında başka kimler yok ki! Boy George, Lou Reed, Devendra Banhart, CocoRosie, Marianne Faithfull, Björk ilk elden aklıma gelenler…

Neyse yazıyı CocoRosie’den Bianca (Bianca di mi o?) ve Antony’nin beraber seslendirdikleri müthiş CocoRosie şarkısı “Beautiful Boyz”la bitirmek istiyorum. Bu şarkıya bayılıyorum. Ama sözlerini okuyunca daha da fazla sevdim şarkıyı. Okur okumaz aklıma Jean Genet’yi getirdi sözler. Boşuna değilmiş; baktım şarkının ilham perisi Genet’ymiş* zaten:



Jean Genet’yi çok severim. Bunları okurken arkadaşlarımdan biri “Ah ama o Zenciler, Zenciler” diyecektir, eminim. Tamam, “Zenciler” algılanması zor bir tiyatro oyunu, kabul. Ben de 2 kez okuyup kafamda oturtamadım bi türlü. Ama “Hizmetçiler” oyunu çok iyiydi veya Metis Seçkileri’nden Jean Genet’nin “Açık Düşman”ı –zaman zaman yorucu olan makalelerine rağmen– oldukça ufuk açıcıydı. Ah Sinemcim “Jean Genet’yi seviniz!”.

* “Really it's about the life story of Jean Genet, which has been a huge inspiration for the last year and during the creation of the album. He was one of our main muses, so it comes from our fascination with him.”[2]

“Sözler geçen yıl ve albümün oluşum aşamasında oldukça ilham verici olan Jean Genet’nin hayat hikâyesine ilişkin. O bizim başlıca esin perilerimizden birisiydi, dolayısıyla şarkı ona olan hayranlığımızın bir sonucu.”

2 Temmuz 2012 Pazartesi

"Bir Acıya Kiracı"

Heybesinde yılan işaretleri,
Baldıran zehiri yüzüğünün içinde
Ve yanında kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre
İbret için yakılması gereken.

Metin Altıok / Sürgün


Bugün 2 Temmuz: Sivas Katliamı’nın yıldönümü. 1993’te 10 yaşındaydım: hatırlayabilecek bir yaşta. Tüm Türkiye katliamı saatlerce naklen izlemiştik televizyondan. Dehşeti hatırlıyorum da, olanları o zaman ne kadar anlamlandırabildiğimi bilemiyorum. O zamanlar Metin Altıok’u bilmiyorum örneğin. Onun dizelerini bilmeden ne kadar farkında olabilirim ki olayların? Gerçi düşünüyorum da farklıydı bizim çocukluğumuz, o yıllar… Örneğin çocukken en çok “Şafak Türküsü”nü severdim Ahmet Kaya’dan. Şimdiyse garip geliyor bu kadar acıtıcı bir şarkıyı sevmiş olmam.



Aslında o şarkının adı benim için “Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne, ağlama”dır her zaman. “Saçlarına yıldız düşmüş, koparma” ifadesiydi beni o zaman da hayran bırakan. Nevzat Çelik’in şiirinin tamamınıysa yıllar sonra okumuştum:

ŞAFAK TÜRKÜSÜ
1 
Beni burada arama anne 
Kapıda adımı sorma 
Saçlarına yıldız düşmüş 
Koparma anne 
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı 
Gözlerim şafak bekledim 
Uzarken ellerim 
Kulağım kirişte 
Ölümü özledim anne 
Yaşamak isterken delice
2 
Bugün görüş günü 
Günlerden salı 
Islak 
Sarı bir yağmur 
Ülkemin neresine bakarsa ay 
Orada yitik bir anne ağlıyor 
Sen aralıyorsun yağmuru 
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini 
Sonra bir umut koşuyorsun 
Yüreğin avcunda 
ısırırken 
çırpıntı gözlerini 
(ah verebilseydim keşke 
yüreği avcunda koşan 
her bir anneye 
tepeden tırnağa oğula 
ve kıza kesmiş 
bir ülkeyi armağan 
koşma anne 
birdenbire batacak olan 
düş denizinde yarattığın umut sandalıdır 
oysa benim için gece 
ışık hızıyla koşan 
kısa ve soğuk bir zamandır 
bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak 
uykusuz 
yorgun 
ve korkak
3 
Sanırım baytardı 
yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken 
ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor 
boş ver Hipokrat amca 
üzülme ne olur 
sen de anne 
sen de üzülme 
hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi 
ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim 
ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim 
korkak kahraman gecelerimi 
düşlerimle sınırsız 
diretmişliğimle genç 
şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine 
usulca açılıverdi 
yanağımda tomurcuk
Pir sultan'ı düşün anne 
şeyh bedrettin'i 
börklüce'yi 
torlak kemal'i düşün anne… 
Hâlâ kanaması nedendir faşizmin göğsünde 
utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının 
onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen 
ince bilekli çıplak ayaklı tanya'nın 
deniz'i düşün anne 
her mayıs şafağında uzun 
uzun döverken darağaçlarını 
ve o şafaktan doğma 
onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları 
insanları düşün anne 
düşün ki yüreğin sallansın 
düşün ki o an 
güneşli güzel günlere inanan 
mutlu bir yusufçuk havalansın
4 
Sıcak omuzlar değerken omzuma 
buz üstünde yürüdüm yıllar boyu 
bayraklar ve türkülerle 
kopunca memelerinden o mükemmel yaşama
Kurşunlar sıktılar alnıma 
açık alanlarda ağır 
kartalların konup kalktığı 
yalçın kayalardan biriydim 
ölüp dirildim yeniden 
güneşli güneşsiz akşamlarda
Mutlu yarınlar adına 
özgürlük adına ekmek adına 
üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin 
dirilip dönmesin diye hiroşimalar 
tahtadan atların boynuna çıplak 
ölümlerle yatmasın diye çocuklar 
aç gözlerle bakmasın diye çocuklar 
kardeşlik adına 
havadaki kuş denizdeki balık adına 
yürüdüm yıllar boyu
Dönüp bakmadım arkama 
ıraktı gözlerim çok ırak 
izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda 
kalsa da silinir gider 
yalnızca bir ağıt gibi çakılır 
ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer
5 
tören adımlarıyla ölmek 
ne garip şey anne 
kanlı karanlık bir oyunda başoyuncuyum 
bütün gözler üstümde
Sürüyor gecenin karnında şafağa bakan oyun 
masa üstünde üşüyen bir sigara 
yanında küçücük bir cam bardak 
içinde rengi bu gecenin 
cılız titrek bir kibrit 
kağıt kalem 
sandalye 
geride flu 
yağlı 
büküm büküm bir ip 
ve çingene kuralına uygun 
değişmez dekoru mudur 
idam mahkumunun
6 
kırılacak cammışım gibi davranıyorlar 
yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün 
oysa birazdan boynumu kıracaklar 
pul pul dökülecek yaz siyasi eylül'ün
Ben ölümü asıl az ötede titreyen 
çingenenin kara killi ellerinde gördüm 
anladım ki küllenen sigaradır 
soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm
Yani benim güzel annem 
alaca şafağında ülkemin 
yıldız uçurmak varken 
oturup yıldızlar içinde 
kendi buruk kanımı içtim
7 
Ne garip duygu şu ölmek 
öptüğüm kızlar geliyor aklıma 
bir açıklaması vardır elbet 
giderken darağacına
8 
Geride 
masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem 
bağışla beni güzel annem 
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana 
elleri değsin istemedim 
gözleri değsin istemedim 
ağlayıp koklayacaktın 
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda
Usul adımlarla yürüdüm ömrümü 
karşımda kurum kurumlaşan darağacı 
(tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan 
ökse de olsa dört bir yanı) 
birdenbire acıdı boynum 
gelecekler var birbiri ardınca genç 
yakışıklı
ne olur işçi kadınım 
az yumuşak dik 
şu kefenin yakasını
9 
Yaşamak ağrısı asıldı boynuma 
oysa türkü tadında yaşamak isterdim 
çiçekleri kokmak ırmakları akmak 
yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak 
subaşlarında aylak sektirmek kavalımı 
sonra bir çocuğun afacan bacaklarında 
anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim 
o güzel günleri görenler arasında 
bir soluk ben de yaşamak isterdim 
bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden 
öperken siya-u jakond'u tebessümünden 
işte o an saçlarından yakalamak dolunayı 
bir de yirmi beş kilometreden görebilmek 
nazım'ın gözleriyle pırıl pırıl moskova'yı
Ölmek ne garip şey anne 
bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı 
sedef kakmalı bir kutu içinde 
vermek isterdim çocukların ellerine 
sonra 
sonra benim güzel annem 
damdan düşer gibi 
vurulmak isterdim bir kıza
10 
Künyemi okudular 
suçumuz malum
gecenin kıyısında durmuşum 
kefenin cebi yok 
koynuma yıldız doldurmuşum 
koşun çocuklar çocuklar koşun 
sabah üstüme 
üstüme geliyor 
yanlış mı duydum yoksa 
erkenci bir horoz mu ötüyor 
keskin bir acı bilenmiş 
gitgide yaklaşıyor sonum
iri sözlerim yoktu söyleyecek 
usulca baktım yüzlerine 
bin yıllık iskeletleri çatırdayarak 
göçtü ayaklarının dibine
Korkutamadılar beni anne 
avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran 
darağacı 
bir zaman rüzgârda 
saçını tarayan telli kavak değil mi 
boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız 
sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi 
söyle anne 
o çingene 
bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan 
bağıra çağıra geçen bohçacı kadını 
sevmedi mi çılgınca
11 
Kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda 
işkenceler zindanlar hücreler 
savunmak yok mutlu tok bir yaşamı 
açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren 
mideme karşı 
kısacası 
bir çiçeği düşünürken ürpermek yok 
gülmek umut etmek özlemek 
ya da mektup beklemek 
gözleri yatırıp ıraklara
Ölmek ne garip şey anne 
artık duvarları kanatırcasına tırnağımla 
şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım 
mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım 
baba olamayacağım örneğin 
toprak olmak ne garip şey anne 
ceplerimde el yerine balyoz taşırken 
korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini 
ve yüreğimin ırmakları taştı 
taşacakken 
ölmek ne garip şey anne
Uçurumlar ki sende büyür 
dağdır ki sende göçer 
ben yaprak derim çiçek derim 
çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim 
gül yanaklı çocuğa benzer 
yine de 
oğlunu yitirmek kim bilir 
ne garip şey anne
12 
Beni burada arama anne 
kapıda adımı sorma 
saçlarına yıldız düşmüş 
koparma anne 
ağlama 
kırıldıysa düş evinin kapısı 
bütün kırık kapıların çağrılışıyım 
kızların yanaklarında çukurlaşan 
biten başlayan aşkların ortasındayım 
her kavgada ölen benim 
bayrak tutan çarpışan 
her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni 
özlem benim kavga benim aşk benim 
bekle beni anne 
bir sabah çıkagelirim
Bir sabah anne bir sabah 
acını süpürmek için açtığında kapını 
umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur 
çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar 
o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak 
öylece kalkar uykudan şalterler 
dişleyip tükürmeden sigaralarını 
türkü tadında giyinirken işçiler
Bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
adı başka sesi başka nice yaşıtım
koynunda çiçekler
çiçekler içinde bir ülke getirirler
başlarını koymak için yorgun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne
  Nevzat Çelik

Şiirde geçen Şeyh Bedrettin’i, Börklüce’yi, Torlak Kemal’i ise muhtemelen daha önceleri… Bedrettin’i Nazım’ın Şeyh Bedrettin Destanı’nda okumuştum örneğin. O zamandan sonra, Ruhi Su’dan bildiğim “Yağmur Çiseliyor”u (onun da aslı “Şeyh Bedrettin Destanından”mış ya ben de “Yağmur Çiseliyor”dur hâlâ) bir farklı dinlemiştim:



ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'NDAN
Yağmur çiseliyor, 
korkarak
 

yavaş sesle
 

bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor, 
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
 

ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor, 
Serezin esnaf çarşısında,
 

bir bakırcı dükkânının karşısında
 

Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor. 
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
 

Ve yağmurda ıslanan
 

yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
 

                                        çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor. 
Serez çarşısı dilsiz,
 

Serez çarşısı kör.
 

Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
 

Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor. 
Nazım Hikmet

Yazdıklarıma bakıyorum da şimdi, yazarken aklıma geliveren onca kişinin –Metin Altıok, Nevzat Çelik, Şeyh Bedrettin, Börklüce, Torlak Kemal, Nazım Hikmet, Ruhi Su– bu topraklarda farklı zamanlarda öldürülmüş, süründürülmüş, hapsedilmiş, ölüme mahkûm kılınmış insanlar olması garip geliyor.

Sivas’ta 93’te Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için orada olan 33 can* yakıldı. Saatlerce süren yangına polis, jandarma, valilik, hükümet... baktı: hasılı devlet geleneği bozulmadı.


Sivas Katliamı denilince zihnimde beliren ilk görüntüyse, otel yakılırken “Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar”ın otelin basamaklarında otururken çekilmiş fotoğraflarıdır. Metin Altıok’un elindeki fırçadır, Behçet Aysan’ın önündeki yangın tüpüdür, Uğur Kaynar’ın çenesine dayadığı elidir, ama en çok Metin Altıok’un o bakışıdır:


SÜRGÜN
Kendine sürgün
Bir garip kişiyim;
Sabah akşam imza veren.
Bilmemem gereken
Şeyler öğrendim;
Taraf tutmaz
Tanrı bilirim
Kaybetmekten
Korktuğu için.

Sorular sordum
Sormamam gereken.
Kendime bir
Kefen biçtim
Kendi tenimden.
Sınırlarımı aşmak
Yasaktır bana.
Yoksul yüreğim
En kuytu kahvem.

Acıya tezhibim,
Hüzne redif.
Yalnızlığın gözlerine
Sürme çeken
Öyle biriyim ki;
Geceleri uykusuz
Kuyuları dinleyen.
Adım büyücüye
Çıktı bu yüzden.

Kendine sürgün
Bir garip kişiyim;
Kutsallığı zincir gibi
Parmağında çeviren.
Umudu depremden,
Aşkı külden
Bekleyen benim
Aranızda
Yerim yok zaten.

Heybesinde yılan
İşaretleri,
Baldıran zehiri
Yüzüğünün içinde
Ve yanında
Kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre
İbret için
Yakılması gereken.

Merhabam kalmadı
Kimseyle.
Haç çıkardım
Namaza dururken.
Herkes tanır beni
Alnımdaki döğmelerden.
İnançsızım, dinsizim
Yeminle yalan
İkiz kardeşken.

Kendine sürgün
Bir garip kişiyim;
Bulanık sularda
Yüzünü ararken sevda,
Bir tutam saç derisiyle
Uçuşurken rüzgârda.
Her şey ne kadar
Kendisidir düşünün
Hızla kokuşurken dünya!

Rıh dökülürken
Kan damlalarına,
Cesetler gördüm
Irmak boylarında
Çalıların arasında.
Faili meçhul
Cinayetler bilen
Çaresiz bir adamım
Adını bile kekeleyen.

Bilmemem gereken
Şeyler öğrendim.
Sorular sordum
Sormamam gereken.
Gördüm apaçık
Görmemem gerekeni.
Söylenmezi söyledim.
Suçum büyük
Ve taammüden.
                      Metin Altıok


*Muhibe Akarsu (35 yaşında, misafir), Muhlis Akarsu (45 yaşında, sanatçı), Gülender Akça (25 yaşında, sanatçı), Metin Altıok (52 yaşında, şair, yazar), Ahmet Alan (22 yaşında, sanatçı), Mehmet Atay (25 yaşında, gazeteci), Sehergül Ateş (30 yaşında, sanatçı), Behçet Aysan (44 yaşında, şair), Erdal Ayrancı (35 yaşında, yönetmen), Asım Bezirci (66 yaşında araştırmacı, yazar), Belkıs Çakır (18 yaşında, sanatçı), Serpil Canik (19 yaşında, sanatçı), Muammer Çiçek (26 yaşında, aktör), Nesimi Çimen (67 yaşında, şair, sanatçı,), Carina Cuanna (23 yaşında, Hollandalı gazeteci), Serkan Doğan (19 yaşında, sanatçı), Hasret Gültekin (23 yaşında şair, sanatçı),Murat Gündüz (22 yaşında, sanatçı), Gülsüm Karababa (22 yaşında, sanatçı), Uğur Kaynar (37 yaşında, şair) ,Asaf Koçak (35 yaşında, karikatürist), Koray Kaya (12 yaşında, çocuk), Menekşe Kaya (17 yaşında, sanatçı), Handan Metin (20 yaşında, sanatçı), Sait Metin (23 yaşında, sanatçı), Huriye Özkan (22 yaşında, sanatçı), Yeşim Özkan (20 yaşında, sanatçı), Ahmet Özyurt (21 yaşında, sanatçı), Nurcan Şahin (18 yaşında, sanatçı), Özlem Şahin (17 yaşında, sanatçı), Asuman Sivri (16 yaşında, sanatçı), Yasemin Sivri (19 yaşında, sanatçı), Edibe Sulari (40 yaşında, sanatçı), İnci Türk(22 yaşında, sanatçı)