Sabahattin
Ali’nin şiiri, Ali Kocatepe’nin bestesi ve Nükhet Duru’nun sesiyle… Bu ses, bu
yorum harika! Bir şeyler demek istiyorum, diyemiyorum. Ah, melankoli…
1
önceki yazımı CocoRosie’ye ait olan ve Antony Hegarty ile beraber
seslendirdikleri harikulade “Beautiful Boyz” şarkısıyla bitirmiş ve sözlerin
Jean Genet’ye dair olduğunu belirtmiştim. Sözleri çevirmeye kalksam mı
bilemedim, biraz da üşendim doğrusu. Bir ara oturup çevirmeye çalışayım, ama
şimdilik sözleri ekliyorum. Bir de yıllar yıllar önce, dayımların gömme
dolabında bulduğum bir yığın eski dergi ve kitap içinde 1990 yılına ait Düşün
Dergisi’nde Jean Genet’nin yaşamöyküsünü okumuştum. Çok etkilendiğimden,
İstanbul’a döner dönmez Hizmetçiler (Les Bonnes) adlı oyununu almıştım (çok da
beğenmiştim). Her neyse, dergideki bu ilginç hayat hikâyesini aşağıda şarkı
sözlerine müteakip aynen alıntılıyorum.
Beautiful Boyz
Born illegitimately To a whore most likely He became an orphan Oh what a lovely orphan He was sent to the reformatory Ten years old was his first glory Got caught stealing from a nun Now his love story had begun
Thirty years he spent wandering A devil's child with dove wings He went to prison In every country he set foot in Oh how he loved prison How awfully lovely was prison
All those beautiful boyz Pimps and queens and criminal queers All those beautiful boyz Tattoos of ships and tattoos of tears
His greatest love was executed The pure romance was undisputed Angelic hoodlums and holy ones Angelic hoodlums and holy ones
All those beautiful boyz...
Jean Genet(1910 - 1986)
Doğduktan hemen sonra annesinin terk ettiği evlilik dışı bir çocuk olan Genet,
önce yetimhanelerde, sonra da bir köylü ailesinin yanında büyüdü. 10 yaşında
hırsızlıkla suçlandı ve gönderildiği Mettray ıslahhanesinden tamamen toplum
dışına itilmiş bir delikanlı olarak kaçtı. Bundan sonraki yaşamının büyük bir
bölümünü kanun dışı olarak geçirdi: İspanya' da dilencilik ve homoseksüel
fahişelikten hapse atıldı, İtalya' da yankesicilikten, Arnavutluk'ta sığır
hırsızlığından yattı. Polonya'da piyasaya sahte para sürmekten, Hollanda'da
ülkeye uyuşturucu sokmaktan tutuklandı. Alman işgali sırasında Fransa'da
Fresnes cezaevinde olan Genet, 1942' de bir iddia üzerine, müşterisini öldüren
bir homoseksüele ithaf ettiği ilk şiirini yazdı. Yine aynı cezaevinde yazdığı ilk
romanı Notre Dame de Fleurs (1944) ile Cocteau, Sartre ve Simon de Beauvoir'ın
ilgisini çekti. Bu ve bundan sonraki romanı olan Miracle de la Rose'da (1946)
Genet büyük bir dil ustalığıyla kendi dünyasını anlatır. Genet'yi reddeden
burjuva toplumun reddidir bu dünya: Suç ve sapıklık normal, cinayet ve ihanet
kahramanlıktır. Genet'nin zarif hatta törensel bir Fransızcayla yazmayı,
edebiyat ve sanat konusundaki bilgilerini nasıl öğrendiği hala bir sırdır.
Pompes Funebres (1974) ve Quenerelle de Brest adlı iki romanından sonra Genet
1948’de artık ün kazanmış olmasına rağmen onuncu kez hırsızlıktan hüküm giydiği
için müebbet hapse mahkûm oldu. Ancak birçok tanınmış yazarın imzaladığı bir
dilekçe ile affedildi. Aynı yıl otobiyografisine en yakın kitabını Journal de
Voleur’ü yayımladı ve daha sonra tiyatro ile ilgilenmeye başladı.
İlk oyunu Haute Surveillance, ikincisinden (Les Bonnes) ancak iki yıl sonra
1949’da sahnelenebildi. Les Bonnes ise Genet için bir çeşit intikamdı. Artık
karşısında tiyatroda canlı seyirciler vardı; hırsız Genet’nin toplum karşıtı
fantezilerini seyretmek için para ödüyorlardı. Özgürlük ve ün Genet’nin bir
süre için bunalıma girmesine neden oldu: altı yıl boyunca hiç bir şey yazmadı.
Le Balcon (1956) ile Uyumsuzluk Tiyatrosu evrenine girdi. Les Negres (1957) ve
Les Paravents (1961) adlı oyunlarını bazı eleştirmenler "Tiksinti
tiyatrosu" olarak da nitelendirdiler. Les Paravents (Paravanlar) oyununda
Genet, Cezayir savaşı çerçevesinde yine toplum dışı insanların yanında ve
güçlülerin karşısında yer alır. Açık havada ve dört katlı bir sahnene oynanması
için düşünülen bu oyun, anal erotizm, ama daha çok da içerdiği siyasi imalar
yüzünden 1966'ya kadar Fransa'da oynanmadı.
Genet'nin
1940'larda çektiği Un Chant d' Amour adlı filmi de homoseksüelliği yücelttiği
için yaygın seyirci kitlesine ulaşamadı.
Kaynak: Yeni Düşün Üç Aylık Kültür ve Sanat Dergisi Bahar 1990
Bugünlerde
sabah akşam Antony dinliyorum. Önümüzdeki pazartesi konseri var ve ben şu gök
kubbe altında canlı performansını en çok görmek istediğim kişilerden olan bu adeta
“dünya dışı” varlığı dinleyemeyecek olmanın hayal kırıklığını yaşıyorum.
Tekrar! Gerçi İstanbul’a ilk gelişinde habersizdim –her anlamda–. Onu, ilk defa
maalesef İstanbul’a gelişinden kısa bir süre sonra “Eternal Children” filminde
dinlemiştim. Sadece kısa bir süre önce konser için İstanbul’da olduğunu
öğrenince de çok üzülmüştüm. O gün bugündür “gelse de gitsek” beklentisi
içindeydim ki İKSV bu yılki caz festivali programını açıklayınca tarifsiz
sevinçlere gark oldum. Heyhat şimdiyse gidemiyorum. İnsan bir şeyi çok
istememeli zaten. Yıllar yıllardır Nick Cave’i bekliyorum, en sonunda “o gelmiyor
ben gideyim” deyip almış olduğum bilet, vize işlemlerinin gecikmesi yüzünden
çöpe gitmişti. Bu da içimde uhdedir, hatırlayıp hatırlayıp sinir olurum.
Antony And The Johnsons (ve
Filarmonia İstanbul 'Cut The World') konseri 9 Temmuz’da Cemil
Topuzlu’da [1]. Tek
tesellim, konser mekânının Cemil Topuzlu olması… Zira pek hazzetmem işbu
mekândan. Bunda, parasız olmanın neticesi olarak sahnenin epey uzağına düşen
biletlerden almak zorunda kalmanın etkisi yadsınamaz. Tabi (nerde çokluk orda
bokluk hesabı) konsere geliş amaçlarının ne olduğunu bir türlü çözemediğim
kişilerin –görece– fazlalığını da unutmamak gerek. Bir de geçen yıl yine Caz
Festivali’nde bu mekânda gerçekleşen Javier
Limon’s “Mujeres De Agua”(Suyun
Kadınları) konserinde Beyaz Türklerin nefretine tanık olduğumuz tatsız anı var.
Zaten “nezih” cazseverlerin Aynur’u yuhalayıp sahneden indirdikleri bu konser
sonrası içimden, fazla insanın olduğu konserlere gitmek gelmiyor. Doğrusu
Antony’yi küçük bir kulüp ya da barda ya da yüksek kubbeli bir kilisede (Aya
İrini’de mesela) dinlemeyi tercih etsem de varsın Cemil Topuzlu’da olsun –benimkisi
gidemeyecek olmanın da kıskançlığı biraz– o konsere her türlü gidilir.
Antony
nasıl tanımlanır? Bildiğim kelimeler yetmiyor, ne desem eksik kalır. Sesiyle,
görünüşüyle, o çok güzel gülümsemesiyle, müziğiyle “melek” imgesi uyandırıyor
zihinde. Cinsiyeti olmayan bir ses onunkisi. Bu yönüyle Nina Simone’u getiriyor
aklıma. Kadın mı erkek mi karar veremediğiniz bu ses, her dinleyişinizde size
farklı şeyler hissettirme potansiyeliyle şarkının sürekli dönüşmesine,
genişlemesine neden oluyor. Bu sesin yaşı da yok ayrıca. Bildiğiniz tüm
tanımlamalardan azade sanki. Yeni jenerasyondan Paolo Nutini geliyor aklıma bir
de cinsiyetsiz, yaşsız sesi nedeniyle. Piyanonun benim üstümdeki etkisidir
bir bakıma da, Antony’ye olan tutkumun sebebi.
Diyorum
ya, onu dinleyip duruyorum. Bu esnada, Youtube’tan “Eternal Children”ın ilk
bölümünü de (Youtube’ta 6 bölüm halinde mevcut) izledim.
İngilizce anlama kapasiteme sağlık, konuşmaları çoklukla anlayamadım. Belgesel CocoRosie’nin “Terrible Angels” şarkısıyla müthiş bir girişe
sahip kanımca. Sierra’nın dediklerini çoklukla anlamamakla beraber, Devendra’yı
anlamayı başarmama kendim de şaşıyorum. Sierra’nın söylediği kısa bir parçayı saymazsak
bölüm Antony’nin müthiş müthiş “You are my
sister”ıyla bitiyor ki, belgeselle ilgili bunca laf kalabalığını esasında
sizde bu bölümü izleme baskısı yaratmak adına yaptım: (Videoyu embed etmiyorum, ayrıca o kadar mp3 ve video ekledim ki sayfa çok ağırlaşacak zannediyorum, bari bu eksik kalsın.)
Peki şimdi Antony'nin hangi şarkısından söz etsem ki! Grupla aynı adı taşıyan ilk albümündeki “Cripple and the Starfish” en
sevdiklerimden:
Antony
tabi ki muhteşem, piyano ve illaki yaylılar, bir de sözler:
“…
I am very happy So please hit me
I am very happy
So please hurt me”
“Öylesine mutluyum ki, n’olur kır
beni / Öylesine mutluyum ki lütfen acıt beni” şeklinde çevirebilirim bu bölümü. Ancak siz yine de sözlerin tamamına
bir bakın derim.
“I am a bird now” albümünde Rufus Wainwright’la seslendirdikleri “What can I do” da şiddetle tavsiye
olunur:
“Leonard Cohen: I am your man” belgeselindeki “if
it be your will” ya da. Doğrusu ben hem Leonard Cohen hem Antony yorumunu ayrı
beğeniyorum.
Bir
de bence Antony’nin birçok çalışmasından oldukça farklı bir ortak işi daha var
ki, ondan da bahsetmek istiyorum. Şarkıyı ilk defa Şahika’nın terasında
dinlemiştim. (Ah o zamanlar üniversitede laboratuvarda tezlerimiz üzerine
çalışan yüksek lisans öğrencileriydik. Ve her Allahın günü mesai bitiminde,
çoklukla Asmalımescit’te ama bazen de –özellikle baharda– pek keyifli olan
Şahika’nın terasında bahar güneşi altında şöyle buz gibi biralarımızı içerdik. “Hey
gidi gençlik, hey!” diyesim geldi tam bu noktada.) Neyse şarkıya dönersek,
çalan şarkıyla bir an kalakaldığımı hatırlıyorum. Ses Antony de müziğe aşina
değilim, elektronik altyapıdan sebep “kim ola ki bunlar?” diyorum. Âdetimdir, değişmez,
hoşuma giden bir şeyler duyduysam ve bilmediğim bir şeyse öğrenmeden rahat
edemem. Ya ona buna sorarım, ya sonra netten bakmak için sözleri not alırım bir
şekilde öğrenmeye çalışırım. Gidip soruyorum laptop başındaki amcaya: Hercules
and Love Affair. Grupla aynı adı taşıyan bu albümde Antony’nin eşlik ettiği 5
şarkı var. Albümün benim için tartışmasız hitlerinden biri “Blind” da terasta
duyduğumuz şarkı. House, disco tarzlarındaki müzik Antony vokaliyle muhteşem:
Beraber
çalıştıkları arasında başka kimler yok ki! Boy George, Lou Reed, Devendra
Banhart, CocoRosie, Marianne Faithfull, Björk ilk elden aklıma gelenler…
Neyse
yazıyı CocoRosie’den Bianca (Bianca di mi o?) ve Antony’nin beraber
seslendirdikleri müthiş CocoRosie şarkısı “Beautiful Boyz”la bitirmek
istiyorum. Bu şarkıya bayılıyorum. Ama sözlerini okuyunca daha da fazla sevdim
şarkıyı. Okur okumaz aklıma Jean Genet’yi getirdi sözler. Boşuna değilmiş;
baktım şarkının ilham perisi Genet’ymiş* zaten:
Jean
Genet’yi çok severim. Bunları okurken arkadaşlarımdan biri “Ah ama o Zenciler, Zenciler”
diyecektir, eminim. Tamam, “Zenciler”
algılanması zor bir tiyatro oyunu, kabul. Ben de 2 kez okuyup kafamda oturtamadım
bi türlü. Ama “Hizmetçiler” oyunu çok iyiydi veya Metis Seçkileri’nden Jean
Genet’nin “Açık Düşman”ı –zaman zaman yorucu olan makalelerine rağmen– oldukça
ufuk açıcıydı. Ah Sinemcim “Jean Genet’yi
seviniz!”.
* “Really it's about the life story of Jean Genet, which has been a huge inspiration for the last year and during the creation of the album. He was one of our main muses, so it comes from our fascination with him.”[2]
“Sözler geçen yıl ve albümün oluşum aşamasında oldukça ilham verici olan Jean Genet’nin hayat hikâyesine ilişkin. O bizim başlıca esin perilerimizden birisiydi, dolayısıyla şarkı ona olan hayranlığımızın bir sonucu.”
Heybesinde yılan işaretleri,
Baldıran zehiri yüzüğünün içinde
Ve yanında kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre
İbret için yakılması gereken.
… Metin
Altıok / Sürgün
Bugün
2 Temmuz: Sivas Katliamı’nın yıldönümü. 1993’te 10 yaşındaydım:
hatırlayabilecek bir yaşta. Tüm Türkiye katliamı saatlerce naklen izlemiştik
televizyondan. Dehşeti
hatırlıyorum da, olanları o zaman ne kadar anlamlandırabildiğimi bilemiyorum. O
zamanlar Metin Altıok’u bilmiyorum örneğin. Onun dizelerini bilmeden ne kadar
farkında olabilirim ki olayların? Gerçi düşünüyorum da farklıydı bizim çocukluğumuz, o yıllar… Örneğin çocukken en çok “Şafak Türküsü”nü
severdim Ahmet Kaya’dan. Şimdiyse garip geliyor bu kadar acıtıcı bir şarkıyı
sevmiş olmam.
Aslında o şarkının adı benim için “Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne, ağlama”dır her zaman. “Saçlarına yıldız düşmüş, koparma”
ifadesiydi beni o zaman da hayran bırakan. Nevzat Çelik’in şiirinin tamamınıysa yıllar
sonra okumuştum:
ŞAFAK TÜRKÜSÜ
1
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice
2
Bugün görüş günü
Günlerden salı
Islak
Sarı bir yağmur
Ülkemin neresine bakarsa ay
Orada yitik bir anne ağlıyor
Sen aralıyorsun yağmuru
Acıdan sırılsıklam alnına siper edip elini
Sonra bir umut koşuyorsun
Yüreğin avcunda
ısırırken
çırpıntı gözlerini
(ah verebilseydim keşke
yüreği avcunda koşan
her bir anneye
tepeden tırnağa oğula
ve kıza kesmiş
bir ülkeyi armağan
koşma anne
birdenbire batacak olan
düş denizinde yarattığın umut sandalıdır
oysa benim için gece
ışık hızıyla koşan
kısa ve soğuk bir zamandır
bu yüzden boğuk seslerle geldiler bir şafak
uykusuz
yorgun
ve korkak
3
Sanırım baytardı
yüreğimin depreminde rihter ölçeği çatlarken
ölebilir raporu veren beyaz önlüklü doktor
boş ver Hipokrat amca
üzülme ne olur
sen de anne
sen de üzülme
hücremin dört bir köşesinde el ayak izlerimi
ciğerlerimde yırtılan bir çığlıkla hazır beklediğim
ve korkunç bir sabırla birbirine eklediğim
korkak kahraman gecelerimi
düşlerimle sınırsız
diretmişliğimle genç
şaşkınlığımla çocuk devrederken sıradakine
usulca açılıverdi
yanağımda tomurcuk
Pir sultan'ı düşün anne
şeyh bedrettin'i
börklüce'yi
torlak kemal'i düşün anne…
Hâlâ kanaması nedendir faşizmin göğsünde
utangaçlığı bile vuramadan yanaklarına yasının
onsekizinde ölümüne pervasız yürüyen
ince bilekli çıplak ayaklı tanya'nın
deniz'i düşün anne
her mayıs şafağında uzun
uzun döverken darağaçlarını
ve o şafaktan doğma
onbir yaşını çiğneyip yürüyen çocukları
insanları düşün anne
düşün ki yüreğin sallansın
düşün ki o an
güneşli güzel günlere inanan
mutlu bir yusufçuk havalansın
4
Sıcak omuzlar değerken omzuma
buz üstünde yürüdüm yıllar boyu
bayraklar ve türkülerle
kopunca memelerinden o mükemmel yaşama
Kurşunlar sıktılar alnıma
açık alanlarda ağır
kartalların konup kalktığı
yalçın kayalardan biriydim
ölüp dirildim yeniden
güneşli güneşsiz akşamlarda
Mutlu yarınlar adına
özgürlük adına ekmek adına
üstüne vardım kuyruğu kanlı itlerin
dirilip dönmesin diye hiroşimalar
tahtadan atların boynuna çıplak
ölümlerle yatmasın diye çocuklar
aç gözlerle bakmasın diye çocuklar
kardeşlik adına
havadaki kuş denizdeki balık adına
yürüdüm yıllar boyu
Dönüp bakmadım arkama
ıraktı gözlerim çok ırak
izim kalır mı bilmem yürüdüğüm yolda
kalsa da silinir gider
yalnızca bir ağıt gibi çakılır
ardımca gelenlere gözlerimi yaktığım yer
5
tören adımlarıyla ölmek
ne garip şey anne
kanlı karanlık bir oyunda başoyuncuyum
bütün gözler üstümde
Sürüyor gecenin karnında şafağa bakan
oyun
masa üstünde üşüyen bir sigara
yanında küçücük bir cam bardak
içinde rengi bu gecenin
cılız titrek bir kibrit
kağıt kalem
sandalye
geride flu
yağlı
büküm büküm bir ip
ve çingene kuralına uygun
değişmez dekoru mudur
idam mahkumunun
6
kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
oysa birazdan boynumu kıracaklar
pul pul dökülecek yaz siyasi eylül'ün
Ben ölümü asıl az ötede titreyen
çingenenin kara killi ellerinde gördüm
anladım ki küllenen sigaradır
soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm
Yani benim güzel annem
alaca şafağında ülkemin
yıldız uçurmak varken
oturup yıldızlar içinde
kendi buruk kanımı içtim
7
Ne garip duygu şu ölmek
öptüğüm kızlar geliyor aklıma
bir açıklaması vardır elbet
giderken darağacına
8
Geride
masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem
bağışla beni güzel annem
oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
elleri değsin istemedim
gözleri değsin istemedim
ağlayıp koklayacaktın
belki bir ömür taşıyacaktın koynunda
Usul adımlarla yürüdüm ömrümü
karşımda kurum kurumlaşan darağacı
(tarlakuşu korkmaz ki korkuluktan
ökse de olsa dört bir yanı)
birdenbire acıdı boynum
gelecekler var birbiri ardınca genç
yakışıklı
ne olur işçi kadınım
az yumuşak dik
şu kefenin yakasını
9
Yaşamak ağrısı asıldı boynuma
oysa türkü tadında yaşamak isterdim
çiçekleri kokmak ırmakları akmak
yaz boyu çobanaldatanlara aldanmak
subaşlarında aylak sektirmek kavalımı
sonra bir çocuğun afacan bacaklarında
anavarca kayalıklarına tırmanmak isterdim
o güzel günleri görenler arasında
bir soluk ben de yaşamak isterdim
bir de luvr müzesinde seyretmek gizliden
öperken siya-u jakond'u tebessümünden
işte o an saçlarından yakalamak dolunayı
bir de yirmi beş kilometreden görebilmek
nazım'ın gözleriyle pırıl pırıl moskova'yı
Ölmek ne garip şey anne
bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı
sedef kakmalı bir kutu içinde
vermek isterdim çocukların ellerine
sonra
sonra benim güzel annem
damdan düşer gibi
vurulmak isterdim bir kıza
10
Künyemi okudular
suçumuz malum
gecenin kıyısında durmuşum
kefenin cebi yok
koynuma yıldız doldurmuşum
koşun çocuklar çocuklar koşun
sabah üstüme
üstüme geliyor
yanlış mı duydum yoksa
erkenci bir horoz mu ötüyor
keskin bir acı bilenmiş
gitgide yaklaşıyor sonum
iri sözlerim yoktu söyleyecek
usulca baktım yüzlerine
bin yıllık iskeletleri çatırdayarak
göçtü ayaklarının dibine
Korkutamadılar beni anne
avlunun ortasında çatık bir kaş gibi duran
darağacı
bir zaman rüzgârda
saçını tarayan telli kavak değil mi
boynumdaki kemendi bir öğle sonu bükerken o kız
sarı sıcak sevdasını düşünmedi mi
söyle anne
o çingene
bir çiçek bahçesi kadar sıcak sokağımızdan
bağıra çağıra geçen bohçacı kadını
sevmedi mi çılgınca
11
Kurulmuş tuzaklar yok artık yolumda
işkenceler zindanlar hücreler
savunmak yok mutlu tok bir yaşamı
açlık grevlerinde beynimi bir sıçan gibi kemiren
mideme karşı
kısacası
bir çiçeği düşünürken ürpermek yok
gülmek umut etmek özlemek
ya da mektup beklemek
gözleri yatırıp ıraklara
Ölmek ne garip şey anne
artık duvarları kanatırcasına tırnağımla
şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım
mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım
baba olamayacağım örneğin
toprak olmak ne garip şey anne
ceplerimde el yerine balyoz taşırken
korkunç bir merakla beklerken kurtuluş haberlerini
ve yüreğimin ırmakları taştı
taşacakken
ölmek ne garip şey anne
Uçurumlar ki sende büyür
dağdır ki sende göçer
ben yaprak derim çiçek derim
çam diplerinde açmış kanatlarını kozalak derim
gül yanaklı çocuğa benzer
yine de
oğlunu yitirmek kim bilir
ne garip şey anne
12
Beni burada arama anne
kapıda adımı sorma
saçlarına yıldız düşmüş
koparma anne
ağlama
kırıldıysa düş evinin kapısı
bütün kırık kapıların çağrılışıyım
kızların yanaklarında çukurlaşan
biten başlayan aşkların ortasındayım
her kavgada ölen benim
bayrak tutan çarpışan
her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni
özlem benim kavga benim aşk benim
bekle beni anne
bir sabah çıkagelirim
Bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
umarım kurtuluş haberleriyle dönmüş olur
çam ve kekik kokuları içinde acı yüzlü çocuklar
o zaman nasıl indirilmişlerse şen şakrak
öylece kalkar uykudan şalterler
dişleyip tükürmeden sigaralarını
türkü tadında giyinirken işçiler
Bir sabah anne bir sabah
acını süpürmek için açtığında kapını
adı başka sesi başka nice yaşıtım
koynunda çiçekler
çiçekler içinde bir ülke getirirler
başlarını koymak için yorgun dizine
sen hazır tut dizini anne
o mükemmel güne
Nevzat
Çelik
Şiirde
geçen Şeyh Bedrettin’i, Börklüce’yi, Torlak Kemal’i ise muhtemelen daha
önceleri… Bedrettin’i Nazım’ın Şeyh Bedrettin Destanı’nda okumuştum örneğin. O
zamandan sonra, Ruhi Su’dan bildiğim “Yağmur Çiseliyor”u (onun da aslı “Şeyh
Bedrettin Destanından”mış ya ben de “Yağmur Çiseliyor”dur hâlâ) bir farklı dinlemiştim:
ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'NDAN
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
Nazım
Hikmet
Yazdıklarıma
bakıyorum da şimdi, yazarken aklıma geliveren onca kişinin –Metin Altıok,
Nevzat Çelik, Şeyh Bedrettin, Börklüce, Torlak Kemal, Nazım Hikmet, Ruhi Su– bu
topraklarda farklı zamanlarda öldürülmüş, süründürülmüş, hapsedilmiş, ölüme
mahkûm kılınmış insanlar olması garip geliyor.
Sivas’ta
93’te Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için orada olan 33 can* yakıldı. Saatlerce
süren yangına polis, jandarma, valilik, hükümet... baktı: hasılı devlet
geleneği bozulmadı.
Sivas Katliamı denilince zihnimde beliren ilk görüntüyse, otel yakılırken “Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar”ın otelin
basamaklarında otururken çekilmiş fotoğraflarıdır. Metin Altıok’un elindeki
fırçadır, Behçet Aysan’ın önündeki yangın tüpüdür, Uğur Kaynar’ın çenesine
dayadığı elidir, ama en çok Metin Altıok’un o bakışıdır:
SÜRGÜN
Kendine sürgün
Bir garip kişiyim;
Sabah akşam imza veren.
Bilmemem gereken
Şeyler öğrendim;
Taraf tutmaz
Tanrı bilirim
Kaybetmekten
Korktuğu için.
Sorular sordum
Sormamam gereken.
Kendime bir
Kefen biçtim
Kendi tenimden.
Sınırlarımı aşmak
Yasaktır bana.
Yoksul yüreğim
En kuytu kahvem.
Acıya tezhibim,
Hüzne redif.
Yalnızlığın gözlerine
Sürme çeken
Öyle biriyim ki;
Geceleri uykusuz
Kuyuları dinleyen.
Adım büyücüye
Çıktı bu yüzden.
Kendine sürgün
Bir garip kişiyim;
Kutsallığı zincir gibi
Parmağında çeviren.
Umudu depremden,
Aşkı külden
Bekleyen benim
Aranızda
Yerim yok zaten.
Heybesinde yılan
İşaretleri,
Baldıran zehiri
Yüzüğünün içinde
Ve yanında
Kav taşıyan ben;
Tekinsizim size göre
İbret için
Yakılması gereken.
Merhabam kalmadı
Kimseyle.
Haç çıkardım
Namaza dururken.
Herkes tanır beni
Alnımdaki döğmelerden.
İnançsızım, dinsizim
Yeminle yalan
İkiz kardeşken.
Kendine sürgün
Bir garip kişiyim;
Bulanık sularda
Yüzünü ararken sevda,
Bir tutam saç derisiyle
Uçuşurken rüzgârda.
Her şey ne kadar
Kendisidir düşünün
Hızla kokuşurken dünya!
Rıh dökülürken
Kan damlalarına,
Cesetler gördüm
Irmak boylarında
Çalıların arasında.
Faili meçhul
Cinayetler bilen
Çaresiz bir adamım
Adını bile kekeleyen.
Bilmemem gereken
Şeyler öğrendim.
Sorular sordum
Sormamam gereken.
Gördüm apaçık
Görmemem gerekeni.
Söylenmezi söyledim.
Suçum büyük
Ve taammüden.