30 Aralık 2011 Cuma

Kana Gazel*

Ortadoğu’da devlet terörü devam ettikçe, uzlaşma çabaları sabote edildikçe, masum çocukların üzerine bomba yağdıkça, masum insanlar açık hava hapishanelerinde tutsak oldukça, barış ufukta gözükmeyecektir.”
“Yine Ortadoğu’da, kendi halkına kurşun yağdıran, kendi halkını topyekûn katleden, her türlü muhalif görüş ve harekete tahammülsüzlük gösteren diktatörler oldukça da huzur ve istikrar sağlanamayacaktır.” 
(Recep Tayyip Erdoğan, 12.12.2011, hastalığı nedeniyle gidemediği Doha’daki Medeniyetler İttifakı Forumu’na gönderdiği görüntülü mesajdan) [1]

Francisco Jose de Goya - El sueño de la razón produce monstruos (Capricho 43) 
Aklın uykusu canavarlar doğurur.

* Kana gazel

kandır can veren kan dökenin de gövdesine
delik deşiktir uykusu, kan damlar döşeğine

sofrasında ekmek kanar bölününce sımsıcak
kan sızar su testisinden, ince ince dibine

kan döken kurtulamaz eline bulaşan kandan
sinekler üşüşür bıraktığı parmak izlerine

silinmez hiç bir şeyle, akan insan kanıdır
toprak bile içemez, sindiremez onu kendine

sen söyle altıok metin, dökülen sıcak kanı
ki kan sıçrasın senin de incinmiş şiirine
                                                           
Metin Altıok

24 Aralık 2011 Cumartesi

Yeni yıla dair

Metis ajandamı bu yıl da yeni yıla girmeden alıp, başucumdaki komodinin üstüne koydum. Bu ajandaları 5 yıldır alıyorum, ancak yanılmıyorsam bir 8 yıllık geçmişleri var. Gerek seçtikleri ana temayla gerek bu temayı işleyiş biçimleriyle oldukça beğendiğim, çantamdan hiç eksik etmediğim ajandam yanımda kitap olmadığı zamanlarda da imdadıma yetişiyor.




Bu yılki başlıkları “Olmayan Kelimeler”. Malum metis ajandaları son yıllarda soruşturmaların, tehditlerin hedefinde. ‘2010-İllallah’ ajandasıyla ilgili halen süregiden bir mahkeme ve ‘2011-Irkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı’ ajandasıyla ilgili kimi kitabevlerinin aldığı satmama kararı, satan kitabevlerine de tehditlerde bulunulması –benim bildiğim– iki olay*. Üstte de belirttiğim gibi bu yılki üst başlık ‘2012 - Olmayan kelimeler’...‘Sunuş yazısı’, bu yılki temayı belirleme nedenlerini etraflıca açıklıyor:

Yayımlandığı ilk yıldan beri okurlarımızın severek aldığı ajandalarımız, ne yazık ki kimi sevgisiz insanları da illet ediyor. Cadılar ajandamızda vurguladığımız gibi her yerde düşman arayışına çıkanlar, zihinleri ve yürekleri yerine tepkilerini rehber edinenler kelimelerden özellikle korkuyor.

Peki, dedik biz de o zaman, mevcut kelimelerden kaçınalım, hazır çağrışımları devre dışı bırakalım, olmayan kelimelere bakalım bu sefer!

Acaba dilimizdeki hangi kelimelerin eksikliği yaşadıklarımıza da etki yapıyor? Kimi hayati duygularımız, tecrübelerimiz sırf adları konmadığı için hayatın dışında, önemsiz, tali gibi görünüyor olmasın? Dünya gezegenindeki kaderdaşlarımız bizimkilerden başka hangi kavramları/duyguları/durumları adlandırmaya ihtiyaç duyuyor? Edebiyatçılar bizim dikkatimize hangi yeni kelimeleri sunmak istiyor?

Kelimeler hep kifayetsiz kalacak, biliyoruz. Ve tamam, olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması. Ama anlama, anlatma, anlaşılma, anlaşma ihtimalinin peşinden koşmaktan da vazgeçecek değiliz!

Hayatlarımızın hep yeni kelimelerle güzelleşmesi, derinleşmesi umuduyla...

Bahab’ınız bol olsun!

—Metis Yayınları

Engin Geçtan, Birhan Keskin, Murathan Mungan, Ayşegül Devecioğlu, Ahmet Sipahioğlu, Süreyye Berfe, Meltem Ahıska, Saffet Murat Tura, Niyazi Zorlu, Cemal Yardımcı, Türker Armaner, Fatmagül Berktay, Murat Uyurkulak ajandaya katkıda bulunan isimlerden bazılarıymış...

Benim burada bahsetmek istediğim kelime ise Litost.
İlk olarak ROLL dergisinin arka kapağında okumuştum “litost” kelimesine dair bu parçayı. Milan Kundera’nın “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı”ndan alıntılanmıştı. Milan Kundera’yla tanışıklığım da bu sayede oldu. Evde “Kimlik” kitabı vardı o sıralar, ama okumamıştım. Çok beğendiğimi hatırlıyorum, o günden sonra da sıkı bir Kunderasever oldum zaten. Bu kelimenin anlattığı duygu hepimize de tanıdık, Kundera’nın hikaye edişi her zamanki gibi büyüleyici:


 Litost nedir?
Litost, başka dillere çevrilmesi olanaksız Çekçe bir sözcüktür. Adamakıllı açılmış bir akordeon gibi sonsuz bir duyguyu, başka birçok duyguların bileşimi olan bir duyguyu anlatır : -hüzün, acıma, pişmanlık ve özlem-. Sözcüğün ilk hecesi, terk edilmiş bir köpeğin sızlanmasını duyuracak biçimde uzun ve güçlü bir biçimde vurgulanır.
Bununla birlikte, bazı hallerde, litost sözcüğü, tam tersine, çok sınırlı, özel, belirli ve ince bir anlam taşır, bir bıçağın keskin yanı gibi. Bu sözcük olmadan insan ruhunun anlaşılabileceğini düşünmekte güçlük çekmeme karşın, bu anlamda da bu sözcüğün öbür dillerdeki benzerini boşuna arıyorum. 
Bir örnek vereceğim: Öğrenci, bir kız arkadaşıyla ırmakta yüzmektedir. Genç kız sporcudur, öbürüyse çok kötü yüzmektedir. Suyun altında soluk almayı bilmemekte, ağır ağır yüzmekte, başını sinirli bir biçimde suyun yüzünde havaya kaldırmaktadır. Genç kız oğlana fena halde âşıktır ve bu yüzden onun gibi ağır ağır yüzecek inceliği göstermektedir. Ancak, yüzmeleri sona ermek üzereyken, bir an sporcu içgüdüsüne boyun eğer ve hızlı kulaçlarla ırmağın öbür kıyısına doğru yönelir. Öğrenci daha hızlı yüzmek için çaba harcar ama su yutar. Kendisini küçük düşmüş, fizik güçsüzlüğü çırılçıplak ortaya konmuş hisseder ve bir hınç duyar. İşte bu çok özel hüznü litost'tan başka bir sözcükle anlatmak olanaksızdır. Hiç spor yapmadan, arkadaşsız ve annesinin gereğinden fazla şefkatli bakışları altında geçen hastalıklı çocukluğunu anımsar ve kendisinden de, yaşamından da umutsuzluk duyar. Sonra, birlikte bir kır yolundan dönerler, ama konuşmazlar. Oğlan kendisini yaralanmış ve aşağılanmış hisseder ve karşı konmaz bir dövüşme isteği duyar. “Ne oluyor sana?” diye sorar kız, oğlan da ona sitem eder: ırmağın öteki kıyısında akıntı olduğunu pekâlâ bilmektedir, bu yüzden orada yüzmemesini, boğulma tehlikesi olduğunu söylemiştir ve kızın yüzüne bir tokat atar-, genç kız ağlamaya başlar, oğlan kızın yanaklarından akan yaşlan görünce ona karşı yüreğinde büyük bir acıma duyar, onu kollarının arasına alır ve litost'u birden dağılıp gider.
O halde nedir litost?
Litost, içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan bir acılı durumdur.
Kendi iç zavallılığımıza karşı kullanılan en alışılmış reçete, aşktır. Çünkü gerçekten sevilen bir kişi zavallı olamaz. Çünkü bütün zayıflıkları, aşkın sihirli bakışıyla bağışlanır, böylece kafasını suyun üstünde beceriksizce tutan bir kötü yüzücü kusursuz bir baştan çıkarıcı olabilir.
Aşkın mutlaklığı, gerçekte, mutlaklığın tanımlanması isteğidir, sevilen kadının bizim, kadar ağır yüzmesi, kendine ait bir geçmişin olmaması, yani mutluluk duyarak anımsayacağı kendine özgü bir geçmişinin olmaması arzusudur. Ama bu mutlak tanım düşü bir kez kırıldı mı (genç kız hızla yüzmeye başladı ya da geçmişini mutluluk duyarak anımsamaya çalıştı mı) aşk sürekli bir büyük acı kaynağı olur ki, biz buna litost diyoruz.
İnsanoğlunun genel olarak kusursuz olmadığı konusunda derin bir deneyim sahibi olduğunda bu tür aşırılıklardan görece olarak kurtulunabilir. Öz zavallılığımızın görüntüsü bize sıradan ve ilgi çekici olmayan bir şey gibi gelir. Dolayısıyla litost, bir deneyimsizlik çağının çizgisidir. Gençliğe özgü bir süstür.
Litost, iki zamanlı bir motor gibi çalışır. Bir kaygı duygusunun yerini öç alma isteği alır. Öç almanın amacı, karşısındakinin de aynı biçimde kendi zavallılığını ortaya koymasıdır. Adam yüzmeyi bilmez, ama tokatlanan kadın ağlar. Böylece kendilerini eşit hissedebilirler ve aşklarını yürütebilirler.
Öç almanın gerçek nedeni, hiçbir zaman açıklanamayacağından (öğrenci, kıza, kendisinden hızlı yüzdüğü için tokat attığını itiraf edemez) yalancı nedenler ileri sürmek gerekir. Yani litost, hiçbir zaman, acıklı bir ikiyüzlülükten vazgeçemez: genç adam, sevgilisi boğulma tehlikesiyle karşılaştığı için korkudan deliye döndüğünü … ileri sürer.
Bu bölümün her şeyden önce “öğrenci kimdir?” başlığını taşıması gerekirdi. Ancak, litost diye nitelendirdiğim bu duyguyla davranmış olduğuna göre onun litost'un etli canlı bir örneği olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla öğrencinin âşık olduğu kızın onu terk ettiğini söylersek, şaşmamanız gerek. Yüzme biliyor diye tokatlanmak hiç de hoşlanılacak bir şey değildir.
  
* Geçmiş ajandalara dair haberler: 
2010  İllallah (inanmama özgürlüğü) ajandası ile ilgili süregiden dava haberi için tıklayın.
2011 – Irkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı ajandasıyla ilgili boykot haberi için tıklayın.

20 Aralık 2011 Salı

Şapparig*

Kırık düven
                                    Hrant’a

Eşyanın yüzü suyu hürmetine
diye başlar hikâye.
İnsanların sıfırlandığı o yerde
bir masalı mesken tutar tarifsiz gerçekler.

Vardırmayan yollara çıkarken kafile
Ermeni usta düveninin derdindeymiş
Kolundan çekiştirenlere inat
bozmamış istifini rivayete göre
“Ne yani, biz gittik diye
lazım olmayacak mı bu düven?”
Düveni onarmış da öyle yitmiş bir çölde.

Sonrasını düven anlatır
Susunca insan, eşyaya geçer lâl söz
Yıllarca işlemenin gururuyla
“Beni eline alanlar” der,
“hayat tamiratını da andı ustamın”
Emanet düven kadar emanet çocuk ve kadın vardı hem
Yola koyduranlar yanında
Yaşatanlar da bu topraklarda 
Çünkü sürekliydi hayat
Zorlama ölümlere inat, dirhem dirhem.

Yıllar yıllar sonra o düvenin masalını anlatan dağ adam,
yitenleri can değil rakam sayanlara nisbet
kalanları saydam, 
lâl zamanları söze nadas kılan bağ adam,
kentin orta yerindeki o kaldırımı 
nar kırmızı boyadığında kanıyla...

Kurşunların mumların
karanfillerin resimlerin arasına
Bir de düven koydular dedesinden yadigâr

Kırılmıştı yine düven
Vefasını beklemekten

Karin Karakaşlı

Yazıya bu şiirle başlamayı tercih etmem boşuna değil elbet. Bir şeyleri aktarmada edebiyat dilinin, siyaset dilinden daha etkili olduğunu düşündüğümden... Yazıya öfkenin hakim olmasını istemediğimden… Brecht’in ‘Gelecek Kuşaklara’ adlı şiirindeki [1] “Kötülüğe karşı duyulan nefret yüzünü çirkinleştirir insanın/Haksızlığa karşı bağırmak sesini kabalaştırır.” dizelerini akılda tutmanın gerekliliğini bildiğimden… Yoksa yazı boyunca da göreceksiniz ki acımasızlık, düşmanlık ve nefret karşısında öfkenize hakim olmak pek de kolay değil. Karin Karakaşlı’nın şiiri işte tam da bunu gerçekleştiriyor. Acıyı, dramatikleştirmeden, hayatı kutsamayı elden bırakmadan, 100 yıllık bir tarihi de kapsayarak anlatıyor.





















Bu yazıyı yazmaya Cuma mesai bitimine doğru “Ogün Samast’ın “terör örgütüne üye olmak suçundan tutukluluk halinin kaldırılmasına hükmedildi.” haberini [2] gördüğümde karar verdim. “Samast hakkında suç işlemek amacıyla örgüte üye olma suçunun niteliğine, yargılamanın gelmiş olduğu aşamaya, bu suç yönünden İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesindeki dosyanın yargılama sürecinin bekleniyor olmasına, tasarlayarak insan öldürme suçundan hüküm ile birlikte tutukluluk halinin devamına karar verilerek hükmen tutuklu halde bulunmasına, tutuklulukta geçen süreye, 6008 sayılı yasa ile çocuklar hakkında yapılan değişiklik hükümlerine göre örgüte üye olma suçundan tutukluluk halinin kaldırılmasına”  karar verilmişti. Zaten davanın başından beri işler iyi gitmiyordu. Aksi yönde birçok delil olmasına rağmen suç birkaç kişinin üzerine yıkılıyor, dahli olanlar bırak yargılanmayı adeta ödüllendiriliyordu. Olayda dahli olan milletvekilinin bakan, valinin milletvekili, emniyet müdürünün vali olması ilk elden aklıma gelenler. Davanın geldiği aşamanın bende yarattığı yılgınlık hissi her şeyin boşunalığını başıma kakar gibiydi. İçimden bir şey yapmak, ya da okumak ya da konuşmak gelmiyordu. Nitekim davanın başından beri düzenli olarak gittiğim, duruşma günlerinde gerçekleşen Beşiktaş Adliyesi önündeki buluşmaların son ikisine katılmadım.

Dediğim gibi, haberi görünce bu yazıyı yazmam gerektiğini düşündüm. Aklıma ilk olarak Ümit Kıvanç’ın 19 Ocak’tan 19 Ocak’a adlı belgeseli geldi. Bir yandan ona bakarken, bir yandan Bianet'te Tililili projesi için sanatçılar ve gazeteciler tarafından seslendirilen 19 Hrant Dink yazısını dinlemeye başladım.

“19 Ocak’tan 19 Ocak’a” belgeselini 12. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’nde izlemiştim ilk olarak. Hrant Dink cinayetinden sonraki ilk 2 yıllık süreci anlatan bu film esasında 2 parçadan oluşuyor. 18 dakika kadar süren ilk bölüm, cinayetin ardından 2007 sonuna kadarki süreci,  26 dakika kadar süren 2. bölümse 2008 yılı boyunca devam eden süreci anlatıyor.

1. bölüm Derya Alabora’nın şu sözleriyle son buluyor:

Bu dava bizim için arkadaşımızın güler yüzlü cesaretine, samimiyetine, inancına sahip çıkma davasıdır. Onun ruhunu -biraz olsun- huzura kavuşturma davasıdır. Aynı zamanda bu memleketin onur davasıdır. Arkadaşımızı katleden şebekenin ortaya çıkarılmasını ve cezalandırılmasını sağlayabilirsek Hrant’ın en çok istediği şeylerden birini başarmış olacağız. Bu memleket ırkçı katillere ve görevlerini onları korumak için kötüye kullananlara ait değil, bunu göstermiş olacağız.
Bizim buralarda insanca talepleri yok etmenin esas yolu süründürme, usandırma, ruh kurutmadır. Hrant’ın katillerinin yargılandığı davanın bu yola sokulmasını önlemek için, duruşma günlerinde adalet isteğimizi ete kemiğe büründürmeliyiz. Orada olmalıyız.

2. bölümse yine Derya Alabora’nın sözleriyle noktalanıyor::

Moral bozucu değil mi bütün bunlar? Zamanın vicdanları aşındıracağını bilenlerin oyunları… Adalet hep uzaklarda kalsın isteyenlerin... Biz adalet istemeye devam edeceğiz. Arkadaşımızı öldürttüler. Vicdanı ancak adalet tatmin eder. Memleketin vicdanı da adalet duygusuyla yıkansın istiyoruz. Adalet istiyoruz. Başka türlüsünü... Bilemiyoruz.

Bu sözler tam da hissettiğim yılgınlık haline yanıt gibiydi. Dolayısıyla video metninin bu kısımlarını deşifre edip, yazdım. Ve bu yılgınlık hissine kapılmaya hakkım olmadığını düşündüm. Hrant, her türlü haksızlığa, yıldırma çabalarına cesurca direnmişti. Yazıyı yazmaya oturduğumda uzun zamandan sonra tekrar okuduğum, dinlediğim yazıları ölümüyle ne büyük bir boşluk yarattığını, bu boşluğu -belki biraz olsun- hep mücadele ettiği bu haksızlıkları usanmadan haykırarak, adaletin gerçekleşmesi için mücadele ederek doldurabileceğimiz gerçeğini ve yılgınlığa kapılmanın yakışıksızlığını göstermişti bana. Hrant, yaşamı gibi ölümüyle de  öğretmeye devam ediyordu. Belgeselde, cinayet sonrası yaşananlar, yargılama süreci... bu ülkede süre giden adaletsizliklerin bir temsilini oluşturuyordu.

Videonun [3] tamamı 45 dakika ve bu 2 yıllık süreci oldukça başarılı bir şekilde aktarıyor:

Ümit Kıvanç, “19 Ocak’tan 19 Ocak’a” İzlemek için tıklayın.





















Tililili projesi kapsamında Tuncel Kurtiz tarafından seslendirilen, Hrant Dink’in ölmeden önce yayımlanan son yazısı  olan ve "Türklüğe hakaret suçlamasıyla yargılanmasını, 301'den hüküm giymesine giden süreci, nasıl hedef haline getirildiğini" anlattığı “Ruh halimin güvercin tedirginliği”nin tam metnini -okumak isteyenler için- ayrıca ekler kısmına ekledim.

Tuncel Kurtiz, "Ruh halimin güvercin tedirginliği" (19 Ocak 2007) Dinlemek için tıklayın.

Karin Karakaşlı'nın şiiriyle başladım yazıya, Hrant Dink'in kendi sesinden bir hikâyeyle bitirmek istiyorum. Anlattığı  hikâyeyinin metnini, bir web sitesinde [4] buldum, birisi deşifre edip, eklemiş. Hikâye tekrar tekrar okunası, Hrant'ın sesinden dinlenesi, herkese dinletilesi...

Hrant Dink, "Su çatlağını buldu"  Dinlemek için tıklayın.

Su Çatlağını Buldu
“Sivas’ın bir gün hangi kazasından olduğunu bilmiyorum, yaşlı bir bey beni telefonla aradı. Dedi ki ‘Oğul dedi seni aradık seni bulduk, burada bir tane yaşlı bir kadın var, herhal sizdendir bu dedi. Allah’ın rahmetine kavuştu. Bunun yakınını falan bulursanız gönderin, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömeceğiz. ‘Peki dedim amca ararım’ .
Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya gezmeye gitmiş. Aradım, 10 dakika içinde buldum, biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü 10 dakika içinde buldum. Gittim dükkanlarına dedim ‘Böyle birini tanır mısınız? ’ Adını verdim, yaşlı bir kadın döndü, ‘Benim anamdır’ dedi, birden. Dedim ‘Valla böyle böyle senin anan nerde? ’ Fransa’da yaşar, …abi dedi o dedi senede 3-4 kere dedi Türkiye’ye gelir ama İstanbul’a ya uğrar ya uğramaz, kalkar köyüne gider dedi terkettiğimiz köyüne gider dedi. Dedim böyle böyle kalk git, gitti.
Ertesi gün bana bir telefon açtı. Bulmuş, tespit etmiş anasını, ağladı birden. Peki getiriyor musun naaşını? Burda mı gömeceksin? ‘Abi’ dedi ‘Ben getirecem ama burada bir amca var ’ dedi ve telefonu ağlamaya… amcaya ver dedim. Aldı telefonu, ‘Amca niye ağlatıyosun?’ ‘Oğlum’ dedi ‘Bir şey demedim ben’ dedi. ‘Dedim ki, kızım anandır, malındır, ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün… Su çatlağını buldu’ dedim. Ben döküldüm, orda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten döküldüm, bu algılamadan döküldüm.
Evet, su çatlağını bulmuştu. ‘Doğrudur hanfendi Ermenilerin hakikaten bu dünyada gözü… bu ülkede gözü var, bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlıyım. Tam o sırada Sayın Cumhurbaşkanı Demirel “Ermenilere üç çakıl taş bile vermeyiz” diye bir laf etmişti. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki “Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var, var çünkü kökümüz burda ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için…’
Teşekkür ediyorum.”
            Hrant Dink 




* Şapparigce, Hrant’ın AGOS’taki köşesinin adı. “Şapparig”in anlamı için 02.04.1999 tarihli “Bu köşedeki adam” [] yazısının bir kısmını alıntılıyorum. Tililili projesi içinse yazıyı Nejat İşler seslendirmiş. Yazının tamamını, ekler kısmında bulabilirsiniz.     

"… Oysa yazarlık ciddi iştir. Önce oturaklı bir köşe adı gerektirir. Şimdi de tutmuş "Şapparig" diye anlamı belirsiz bir kelime türetmiş, getirip hinine oturtmuştur. Ama ne yapsın ki bu garip lafı bu garip kul kendi üretmemiştir. Ümit Kıvanç denen usta yakıştırmıştır. Onun da kabulüdür. "Şapparig" ne midir? Bu köşedeki adamı yakından tanıyanlar bilir. Pervasızın tekidir. İnsanlarla ilişkisinde ölçüsüzdür. Sevdi mi kötü sever, sövdü mü kötü söver.
Özellikle "Can" bildiği dostlarıyla karşılaşmasın, "Canı karpuz çekmiş Diyarbakırlı" gibi onlara sarılıp "Şapur şupur" öpmesi pervasızlığının çok önemli bir işaretidir. Orada birileri varmış, orası ciddi bir yermiş, ırgalamaz. Tüm köylülüğü ve "Celloluğu"yla "Hemcins- karşı-cins" demez şapur şupur öper. Bastırır göğsüne canlarını doyasıya... Hesapsızca.
Yaşça küçükleri ona "Ahparig" (Ağabey) diye hitap ederken, Ümit Kıvanç bu pervasızlığından ötürü "Şapparig" der kendisine. İşte bu adam bundan böyle yine bildiğince, yine hesapsızca, sevdiklerini şap şap öpecek, dövüşeceklerine de şap şap sövecektir köşesinde...
Şapparigce..."
Hrant Dink

Nejat İşler, " Bu köşedeki adam" (02.04.1999) Dinlemek için tıklayın.

Kaynaklar:

[1] Yıldırım Türker, Şahane Münzevi, 12.07.2008, RADİKAL

[2] http://bianet.org/bianet/diger/134823-samastin-tutukluluk-halinin-kaldirilmasina

[3] http://vimeo.com/8574224

[4] http://www.dismenore.com/post/1123699207/hrant-dink-su-catlagini-buldu

Ekler:

Ruh halimin güvercin tedirginliği
Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.
Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkûmiyetime karar verdi.
Mahkûmiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.
Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
"Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş hapse girmiş biri var mı?"
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
İşte size bedel... İşte size bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
O noktada hep çaresiz kaldım.
"Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.

İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan'a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
Hrant Dink (19 Ocak 2007)

Bu köşedeki adam 
Bu köşedeki adam 5 Nisan 1996'da bu köşedeki logosundan "Birdirbir" diyerek başladı yazmaya. İkinci yıl "İkidiriki" deyip, üçüncü yılını da "Üçdürüç" ile tamamladı sonunda. Sırada "Dörtte dört" demek vardı lakin "Allahın hakkı üçdür" deyip bu diziyi bu noktada kesti işte. Niye kesti? Anlatayım.
Başlangıçta AGOS'a 3 ay, olmadı 6 ay, daha sonra bir yıl gibi ömür biçenler herhalde hayal kırıklığına uğramışlardır. Bu köşedeki adam hiç unutmuyor, hakkında olumsuz yazı yazdığı kişinin telefonda kendisine: "Ben sizin altı ay sonra boyunuzun ölçüsünü görürüm, kapatıldığınızda kaçacak delik arayacaksınız" dediği günü. Umursamadı bu gevezeleri. Doğru bildiği yolda gitti. O gün bugündür gazetenin yayın hayatını da kazasız belasız sürdürdü. Son olarak da bildiğiniz gibi AGOS DGM'de yargılandı ve beraat etti. Bu köşedeki adam der ki "DGM beraati AGOS'un rüştünü ispat ettiği, diğer bir ifadeyle de iradesinin test edildiği en ciddi deneyimi oldu."
Bu köşedeki adam aslında bir yazar değil. Hele hele gazetecilikle üç yıl öncesine kadar uzaktan yakından bir ilgisi olmamıştır. Çok okumayı sevmekten başkaca bir iddiası yoktur. Dilbilgisi kurallarının ihlali, bozuk cümleler, en fazla tashih hataları hep onun yazısında olur. Genellikle konuştuğu gibi yazar, edebiyatçı yanı güçlü değildir. Ne yazarlığın tekniğini bilir, ne de bu mesleğin okulunu okumuştur. Kaptığı köşeye dikkat etmek bile bu konudaki iddiasızlığının bir ölçüsüdür; "Devam sayfasının köşe yazanı". Devam sayfası dediğiniz ana sayfalardan artakalmış fazla yazıların sıkıştırıldığı sayfa değil midir? Her hafta yaptığı şey, sayfa sekreterinin yazı fazlalarını ve ilanları sayfaya yerleştirdikten sonra kendisine bıraktığı boş alanı kadar bir şeyler karalayarak doldurmaktan ibarettir. Sayfa sekreteri "İşte bu kadar yazacaksın" der, o da o hafta o kadarcık yarenleşir okurlarıyla. Yer kalmadığında yazı yazmadığı çok olmuştur.
Bu köşedeki adamın hali böyleyken logosunda kâh "Birdirbir" oynaması, kafasına esince de logosuna "Şapparig" oturtması normal karşılanmalıdır. Hani bir laf var ya "Delidir ne yapsa yeridir" diye ... E vallahi o laf bu köşedeki adam için edilmiştir. Oysa yazarlık ciddi iştir. Önce oturaklı bir köşe adı gerektirir. Şimdi de tutmuş "Şapparig" diye anlamı belirsiz bir kelime türetmiş, getirip hinine oturtmuştur. Ama ne yapsın ki bu garip lafı bu garip kul kendi üretmemiştir. Ümit Kıvanç denen usta yakıştırmıştır. Onun da kabulüdür. "Şapparig" ne midir? Bu köşedeki adamı yakından tanıyanlar bilir. Pervasızın tekidir. İnsanlarla ilişkisinde ölçüsüzdür. Sevdi mi kötü sever, sövdü mü kötü söver.
Özellikle "Can" bildiği dostlarıyla karşılaşmasın, "Canı karpuz çekmiş Diyarbakırlı" gibi onlara sarılıp "Şapur şupur" öpmesi pervasızlığının çok önemli bir işaretidir. Orada birileri varmış, orası ciddi bir yermiş, ırgalamaz. Tüm köylülüğü ve "Celloluğu"yla "Hemcins- karşı-cins" demez şapur şupur öper. Bastırır göğsüne canlarını doyasıya... Hesapsızca.
Yaşça küçükleri ona "Ahparig" (Ağabey) diye hitap ederken, Ümit Kıvanç bu pervasızlığından ötürü "Şapparig" der kendisine. İşte bu adam bundan böyle yine bildiğince, yine hesapsızca, sevdiklerini şap şap öpecek, dövüşeceklerine de şap şap sövecektir köşesinde...
Şapparigce...
Hrant Dink (2 Nisan 1999)

15 Aralık 2011 Perşembe

Pencere Önü II

Bizim mor menekşenin ilk yazıyı yayımladıktan bir hafta sonraki hali görülmeye değerdi. Güneşli bir öğle sonrasını da yakalayınca fotoğrafladım bu hallerini.


Fotoğrafları gören annem bir pembe menekşe getirdi eve, ofise götürmem için. Artık mor menekşemiz yalnız değil. Gerçi artık mor menekşenin çiçekleri solmaya yüz tuttu -malum çok da zaman oldu çiçek açalı- yine de pek güzel değiller mi beraber?




13 Aralık 2011 Salı

Mars'tan da olabilirim, Texas'tan da*

Geçen cumartesi bir arkadaşla Nardis’te Elif Çağlar konserine gittik. Aynur Doğan ve Jehan Barbur’la beraber Türkiye’de en sevdiğim diğer bir kadın şarkıcı da Elif Çağlar. Bu 3 kadını defalarca dinlemeye gidebilirim. Her zaman sürprizler vadeden canlı performansları çok iyi, onları dinlerken asla sıkılmıyorsunuz, en önemlisi duyguları size aktarmaktaki başarıları...






















Burada bir es verip Elif Çağlar'ın Akustikhane'de seslendirdiği The Roots'la Erykah Badu cover'ı olan "You Got Me"yi dinlemekle başlayalım istiyorum konser izlenimlerime:


Elif Çağlar-You Got Me /Akustikhane

Elif Çağlar, albüm şarkılarından ziyade farklı müzik türlerine ait şarkılar yorumlayacağını  belirterek başladı konsere. Daha önce gittiğim konserlerine göre hüznün daha baskın olduğu bir performans oldu. (Elif Çağlar’ı daha önce bir kez Babylon’da, bir kez de Bebek Şenliği’nde dinlemiştim.) Arada daha tempolu şarkılarla enerjiyi yükseltmesini de bildi. Bu dengeyi iyi ayarlamasından olsa gerek 3 saat sürmesine rağmen  konserde ne yoruldum ne de sıkıldım. Elif Çağlar konserleri bol sürprizli oluyor. Bir jazz veya soul şarkıyı söylerken eskilerden bir şarkının nakaratı girebiliyor araya. Şarkının bilinen halinden o kadar ayrı bir yorumla söylüyor ki, hem kendisinin kılabiliyor şarkıyı hem de diğer şarkıyla şaşırtıcı bir uyum yakalıyor. 90’ların ortalarında Everything but The Girl’ün Missing şarkısını Todd Terry remixiyle dinlemişseniz, Elif Çağlar yorumunun çok farklı gelmesi de doğal aslında. Veya No Doubt’tan Don’t Speak’in, bir başka klasiğe ne de güzel uyum sağladığını görmek şaşırtıcı. Gecenin bence en güzel sürprizi olan Rolling Stones’tan Satisfaction ise hep bir ağızdan söylendi.
Elif Çağlar albümden de bir kaç şarkı söyledi o gece. Sözü açılmışken 2011 çıkışlı M.U.S.I.C. çok başarılı bir albüm. Vokallerin yanı sıra özellikle müzikal arka plan çok ama çok güçlü, buradaki yetkinlik gözünüze çarpıyor bir bakışta. Tekrar konsere dönersek, Jamaica albümden söylediği şarkılardan birisi, hafızam yanıltmıyorsa ilkiydi. Albümde, Jamaica’da Bilal Karaman gitarıyla –her zamanki gibi– pek nefis eşlik ediyor şarkıya. Nardis’te Bilal Karaman yoktu, ama kontrbasta Kağan Yıldız da ayrı bir lezzet  kattı şarkıya. Bu arada Elif Çağlar’a piyanoda Murat Bedikyan’ın, davulda programda Ferit Odman görünmesine rağmen ismini şu an hatırlayamadığım başka birisinin  eşlik ettiğini de eklemeliyim. Şarkının hikayesinden de kısaca söz etti Elif Çağlar:
Amerika’da okurken (kendisi New Yorklarda Jazz üzerine yüksek lisans yapmış bir hatundur aynı zamanda) televizyonda sürekli Jamaica’nın turistik reklamları yayınlanırmış. Hep gitmek istemesine rağmen dersleri ve ödevleri o kadar çokmuş ki gitmesi bir türlü mümkün olmamış. Bir gün, yine bu reklamlardan birisini izledikten sonra bu şarkıyı yazmış.
O zaman şimdi, yine aynı Akustikhane programından Jamaica performansını paylaşmanın sırasıdır. Evet burada albümdeki gibi Bilal Karaman var, ve çok ama çok başarılı -hakeza You Got Me'de de-. Bu arada alto saksofon çalan kişinin (alto saksofon bu, yanılmıyorum di mi) adını bilemiyorum, ve bulamadım da, bin özür.

  

Ee şimdi şarkıdan söz edip çevirisini de koymadan edemiyorum. Tabi ki çalakalem bir çeviri, İngilizcesini okuyup ama bu kelimenin karşılığı bu değil ki demeyin, zira önemli olan ana fikir, değil mi (!) :

My baby came to me today
And told me to pack all of my things up
So happy he was, with a laughter in his eyes
He said “we're going to Jamaica”

I said "you may be nice, young but you're not the leader,
Bet you didn't know you're on the wrong destination"
But he didn't care, so I wished him welfare in Jamaica

He went away and I'm here by the window
Tryin' to catch a glimpse of sun
Well, he went away and I'm here by the 
window
Tryin' to catch a glimpse of sun

I've got no forest in which I can run and run,
I've got no freedom, I've got things to do
Mama used to think I was the crazy in the family
But I can't even go to Jamaica

I wanna swim in the sea
That we see when they show commercials on TV
I wanna help the fishermen catch the fish
I wanna help the fish get away from the fishermen

He went away and I'm here by the window
Tryin' to catch a glimpse of sun
Well, he went away and I'm here by the 
window
Tryin' to catch a glimpse of sun

I wanna sit under a palm tree
I wanna think of my own country
I wanna listen to an old and wise man
Talking about equality and peace and one love
I want him to tell me
I want him to tell me
I want him to look me in the eye and tell me
That everything's gonna be just fine
Everything's gonna be just fine
Everything, everything, eveything's gonna be just fine
Everything's gonna be OK
Everything's gonna be OK
Everything oh, everything oh
Everything's gonna be OK

But i'm stuck in the traffic and i'm getting frantic
Nothing is static, I need a new tactic
I'm stuck in the traffic, and though i'm always frantic
This time I looked around and said “oh, f.. it!”

Bebeğim bugün gelip
Öteberimi toplamamı söyledi
Çok mutluydu, gözlerinde kocaman 
gülümseme
“Jamaica’ya gidiyoruz”, dedi

“Tatlı olabilirsin, ufaklık ama
Patron olan sen değilsin,
İddiaya girerim ki yanlış adreste olduğunun farkında bile değilsin.” dedim ona
Fakat o aldırmadı, ben de Jamaica’da mutluluklar diledim ona

O gitti ve ben burada pencerenin önünde
Bir güneş ışını olsun yakalamaya çalışıyorum
Pekâlâ, o gitti ve ben burada pencerenin önünde
Bir an olsun güneşi görebilmek için
Çabalayıp duruyorum

Koşup duracağım bir orman bile yok,
Ne de özgürlüğüm, yapacak işlerimse  bir sürü
Annem ailenin en çılgını olduğumu düşünür durur
Aslında Jamaica’ya bile gidemiyorum,
durum bu

Bense yüzmek istiyorum
Şu TV’deki reklamlarda görünen denizde
Balıkçıların balık yakalamalarına yardım etmek istiyorum
Ve balıkların balıkçılardan kaçmalarına yardımcı olmak

O gitti ve ben burada pencerenin önünde
Bir güneş ışını olsun yakalamaya çalışıyorum
Pekâlâ, o gitti ve ben burada pencerenin önünde
Bir an olsun güneşi görebilmek için
Çabalayıp duruyorum

Bir palmiyenin altında oturmak istiyorum
Memleketimi düşünmek istiyorum
Yaşlı ve bilge adamı dinlemek istiyorum
Eşitlik ve barış ve aşktan söz eden
Ondan bana söylemesini istiyorum
Ondan bana söylemesini istiyorum
Gözüme bakmasını ve söylemesini 
istiyorum
Her şeyin iyi olacağını
Her şeyin nihayet düzeleceğini
Her şeyin, her şeyin, her şeyin sonunda iyi 
olacağını
Her şeyin yoluna gireceğini
Her şeyin yoluna gireceğini
Her şeyin ah, her şeyin ah
Her şeyin yoluna gireceğini

Fakat trafikte sıkışıp kaldım ve çileden çıkmak üzereyim
Hiçbir şey durmuyor, yeni bir taktik gerekli
Trafikte mahsur kaldım ve zaten çıldırmam daim
Derken bakındım etrafa ve “Aman be, s.. et!” 
dedim
Konser yine albümden bir şarkıyla “Universal Love” ile sonlandı diyemiyorum, zira ısrarlı alkışlarla bis yaptılar bir kez de. Ağır bir şarkıyla –hafızam sağ olsun onun da ismini hatırlamıyorum tabi ki– konseri sonlandırdılar. Biz de arkadaşımla, suratlarımızda kocaman birer gülümseme Galata’nın boş sokaklarına dalıp evlerimize yollandık.

* Universal Love’ın sözlerinde geçen 2 dize. Şarkının sözlerinin tümüyse şöyle (şimdi bu şarkının çevirisini de yapmamı beklemeyin, şarkının adına atıfla sözler de adeta evrensel) :

He started talking to me in Spanish
I could not quite get what he said
"Sorry boy, no hablo español"
But he did not give up the idea
Of me coming from south
He said "howdy", I said "I'm from Turkey"
He thought that it was great
But I was sure he could not find it on the map
But he did not give up
And I did not want him to give up

We kept on talking
The more we talked
We saw how different we were
But we decided we were gonna be patient
'Cuz ours was not only a matter of
Either - either, neither - neither
Still we did not bother

He laughed at my accent
Showed me the ways to correct it
He kept on givin' me
Sweet universal love

And so I said honey
For you I can be
From Carolina or Canada
And if you like to hear country music
I'll learn a few tunes
And I'll sing them in Portuguese
When we visit China

Sweet Alabama, Georgia
As long as you love me
With a love above all this
I can be from Mars
I can be from Texas

'Cuz love's universal
Love's fundamental
Love is the answer
Love's what we're here for
Love has no different looks
No different books
No different tunes
Nothin' to lose
Love, love is the answer
Love is the answer
Love's universal
Love's universal
Love's what we're all here for
----

Son olarak  başka bir Akustikhane programından, yine bir albüm şarkısı Circus Love (kontrbasta Ozan Musluoğlu, ve piyanoda bilmiyorum kim? ) :


Circus Love - Elif Çağlar / Akustikhane

29 Kasım 2011 Salı

Ne çok severim ben öğlen uykusunu..

Küçükken uyumamak için direttiğiniz, anaokulunda en sevmediğiniz şey olan öğlen uykusunun sonra sonra bu kadar keyifli gelmesi haksızlık sanki. Şöyle öğle yemeğinden sonra, kısa bir uyku ne tatlı gelir insana.. Oysa okul, iş.. vs. pek de mümkün olmaz bir daha. Belki yaz tatilinde, şöyle deniz kenarında buz gibi biradan sonra, şemsiye ya da ağaç gölgesi altında.. Bir de ayakları güneş altında kaldıysa -çıplak- keyfine diyecek olmaz insanın..

Vincent Van Gogh - Siesta

27 Kasım 2011 Pazar

Sanki

Kış benim için fazlasıyla kasvetli, ancak sonbahar, bazı bazı yazdan çalınmış güneşli günleriyle, içinde barındırdığı hüzünle ve en önemlisi renkleriyle pek bir hoş gelir bana. Gerçi bu sonbahar fazlasıyla soğuk ve rüzgârlıydı. Yazın ardından soğuk havaların ani gelişi, Radiohead ve Portishead dinlemekten kendimi alamamam sonucu, ilerleyen süreçte zamana yayılan depresyonumun fitilini de ateşlemişti. Bu sonbahar benim açımdan biraz zorlu da geçse, eski zamanların hatrına -hakkını yemek istemem- kasım ayı biterken sonbahara dair bir şeyler paylaşmak, bir not düşmek istedim bloğumda.
Sonbaharın şu son günlerine girerken, öncelikle bu ay içinde çektiğim bir kaç fotoğrafı eklemeyi düşündüm bloğa. Sonra salı günü, güneşli havayı da görünce, metroyla fakülte arasındaki yolda bir kaç fotoğraf daha çektim. Ofise geldiğimde, güneşli hava etkisini göstermişti. Bu sabah keyfini bir kere yakalayınca, bir fincan çayın yanında müzik dinleyip bu anları uzatmak da pek zor olmadı.. Derken aklıma, adını hatırlayamadığım ancak Nouvelle Vague’a ait olduğunu hatırladığım bir şarkı geldi. Şu an uzaklarda –o zaman da uzaklardaydı- bir arkadaşın (bu vesileyle ona da selam göndermiş olayım) tavsiye ettiği bir şarkıydı. Geçtiğimiz yıl, birbirimize son dinlediğimiz, keşfettiğimiz grup, şarkı veya şarkıcılara dair mailler atıyorduk. Bu şarkıyı da o maillerden birinde tavsiye etmişti. Maillerde arayıp buldum: Nouvelle Vague – In a manner of speaking. Yeni de bir şarkı değil aslında. Ancak insanı hüzünlendirmenin yanı sıra, sakinleştiren bu şarkı tam da fotoğraflardaki duyguyu tamamlıyordu bana göre. O yüzden, fotoğraflara bakarken size de eşlik etsin diye ilk olarak bu şarkıyı paylaşıyorum:


Fotoğrafların hepsini cep telefonuyla çektiğimden, kaldı ki fotoğraf çekmeye dair pek bir bilgim de olmadığından beklentilerinizi yüksek tutmamanızda fayda var. (fotoğrafların üzerine tıklayarak büyük boyutlu hallerini görebilirsiniz..)



    

















































































































In a manner of speaking’in sözleri üzerine de bir şeyler söylemek istiyorum. Öncelikle şarkının sözlerini paylaşayım:

in a manner of speaking
i just want to say
that i could never forget the way
you told me everything
by saying nothing

in a manner of speaking
i don't understand
how love in silence becomes reprimand
but the way i feel about you
is beyond words

give me the words
give me the words
that tell me nothing
give me the words
that tell me everything

in a manner of speaking
semantics won't do
in this life that we live
we only make do
and the way that we feel
might have to be sacrificed

so in a manner of speaking
i just want to say
that like you i should find a way
to tell you everything
by saying nothing

give me the words
give me the words
that tell me nothing
...

Sözleri ilk okuduğumda, şarkıdaki kadının -Nouvelle Vague yorumunda vokalistin kadın, şarkının orijinalinin ise Tuxedomoon’a ait ve vokalistin erkek olduğu “çok da gerekli olmayan” bilgisini de vereyim- ona karşı hislerini ifade etmekten kaçındığı için sevgilisine sitemde bulunduğunu düşünmüştüm. Oysa sözleri çevirmeye başladığımda olayın benim için iyiden iyiye karmaşıklaştığını söyleyebilirim. Şarkının sözlerini ve çevirisini yan yana 2 sütun şeklinde beraberce görebilirsiniz (dize dize çeviri yapmadım, dolayısıyla herhangi bir dizenin kendisi ve çevirisi aynı satırda bulunmak zorunda değil):

in a manner of speaking
i just want to say
that i could never forget the way
you told me everything
by saying nothing

in a manner of speaking
i don't understand
how love in silence becomes reprimand
but the way i feel about you
is beyond words

give me the words
give me the words
that tell me nothing
give me the words
that tell me everything

in a manner of speaking
semantics won't do
in this life that we live
we only make do
and the way that we feel
might have to be sacrificed

so in a manner of speaking
i just want to say
that like you i should find a way
to tell you everything
by saying nothing

give me the words
give me the words
that tell me nothing
give me the words
give me the words
that tell me everything
...

   tabiri caizse
tek söylemek istediğim
hiçbir şey demeyerek
bana her şeyi nasıl anlattığını
asla unutamayacağım

sanki
aşkın sessizliği nasıl
   dışladığını anlamıyorum
fakat sana dair hissettiklerim
kelimelerin ötesinde

bana kelimeleri ver
bana hiçbir şey anlatmayan
   kelimeleri ver bana
bana her şeyi anlatan
   kelimeleri ver bana

deyim yerindeyse
kelime anlamları bir işe yaramıyor
bu yaşadığımız hayatta
tek yaptığımız sürdürmek bunu
ve, hissettiklerimizi
feda etmek zorunda kalabiliriz

tabiri caizse
tek söylemek istediğim
ben de sana hiçbir şey söylemeden
   her şeyi söylemenin
   bir yolunu bulmalıyım

bana kelimeleri ver
bana hiçbir şey anlatmayan
kelimeleri ver bana
bana kelimeleri ver
bana her şeyi anlatan
   kelimeleri ver bana
   ...
Sözler bana çelişkili geliyordu, bu yüzden çevirirken sık sık kararsız kaldığım oldu. Kadın, “kelimelerin anlamsız olduğunu” biliyordu, ama yine de “ondan kelimeler duymak” istiyordu. Bu kendi içinde de yaşadığı çelişkinin ifadesi miydi, yoksa ben bir şeyleri yanlış mı anlıyordum, bundan emin olamıyordum.
Bir öğlen, bir arkadaşımla (ona da sevgilerimi yolluyorum buradan) yemekten sonra bir şeyler içmeye kütüphanenin kafesine gitmiştik. Sözleri ona da gösterdim. Esasında bana da gayet makul görünen bir fikir attı ortaya:
Şarkı bir düet olabilirdi, ilk parça kadına, diğeri adama, sonraki tekrar kadına... şeklinde karşılıklı bir konuşma gibi düşünülebilirdi.
Esasında, şarkının Tuxedomoon’a ait orijinal yorumunu da ondan sonra dinledim. Yok, düet değildi. Sonunda, bu şekilde bırakmaya karar verdim çeviriyi. Belki bu yazıyı okuyanlardan birisi, bu konuda beni aydınlatabilir. Ya da belki benim kötü çevirim yerine, gerek üslup gerek içerik bakımından daha iyi bir çeviri paylaşan olur...