27 Ekim 2011 Perşembe

Persona'ya Giriş

Ingmar Bergman’ın en sevdiğim filmlerinden olan Persona, farklı okumalara açık, eleştirilmesi ve yorumlanması güç bir film. Muhteşem fotoğraf kareleri olarak da görülebilecek bir çok sahnenin yer aldığı, görsel anlatım gücünün son derece etkileyici olduğu, müziğin filmdeki duygular ve ortam üzerinde oldukça başarılı bir etki uyandırarak tamamlayıcı bir görev üstlendiği, her sahnesiyle sizi büyüleyebilecek eşsiz bir başyapıt. Herhangi bir sahnesi üzerine sayfalarca yazı yazılabilecek, pekâlâ edebi bir metin olarak da görülebilecek, varoluşa dair bir manifesto niteliği taşımasının yanı sıra “kadın”ı toplumsal ve psikolojik bağlamında sorgulayan Persona’da, Bibi Andersson ve Liv Ullmann kusursuz oyunculuklarıyla harikalar yaratıyor.

Raymond Lefévre; Ingmar Bergman üzerine yazdığı kitapta “Persona” için “Persona, eleştiriye elverişli olmayan film türünün ta kendisidir. Bu hem kesin, hem kayıp giden, hem açık, hem bir kaç anlama çekilebilen, hem aydınlık, hem gizemli bir filmdir. Çelişkilerin ve kıyaslamaların filmidir.[1]” demiş. Dolayısıyla yorumlarımın benim algılayışımla sınırlı olduğunu, kimisinin benim hezeyanlarımdan(!) ibaret olduğunu söylemeliyim, bu alıntıya da sığınarak. Zaten bu yazıdaki amacım filmin konusuna, olay örgüsüne dair bir şeyler söylemek değil, filmle ilgili bir kaç yorumda bulunmak, bazı notlar aktarmak...

Filmdeki iki ana karakter Elisabeth ve Alma adında iki kadın. Elisabeth, başarılı bir tiyatro oyuncusudur, ve bir gün gösteri sırasında aniden durmuş, susmuş ve bir daha da konuşmamıştır. Elisabeth, getirildiği psikiyatri servisinde kendisine bakmakla görevlendirilmiş Hemşire Alma ile doktorun boş olan deniz kenarındaki yazlığında kalmaya gider. İki kadının burada geçirdiği süre, yaşamlarına ve kendilerine dair bir çok şeyi ortaya koymanın yanı sıra, çok daha genel anlamda varoluşsal bir çok soruna da atıfta bulunmaktadır. Bergman, hayatla meselesi olan bir yönetmen olarak bu filmde de esasında hayata dair bir takım sorular sormaktadır. Bergman’ın Persona’sındaki temalar daha bir çok filminde de karşımıza çıkar. Bergman döne döne bu temel problemleri filmlerinde işlemiştir.

Doktorun, Elisabeth’le konuştuğu bölüm (uzun bir monolog) filmdeki etkileyici sahnelerden sadece birisi. Elizabeth’in hareketsiz ve sessiz olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Bu kısmı alıntılamak istiyorum:
Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü... Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte... Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma... Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık... Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek... Her kelime yalan... Her jest sahte... Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi... İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç... İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.
....
Elisabeth’in avucunun altında sakladığı fotoğrafı gören Alma’nın, bu fotoğraf üzerine konuşmaları gerektiğini söyleyip yaptığı uzun konuşma da oldukça etkileyici sahnelerden bir diğeri. Bu monoloğun tamamen aynı kelimelerle ancak farklı bir kamera açısıyla verilen tekrarı Bergman’a hayran olmak için bir başka neden.
Her iki monolog da gayet kişisel yargılar içerse de, aslında insana dair, kadına dair çok şey anlatıyor. Buradaki ifadelerin eskidiğini, ya da hayatlarımızda bir karşılığı olmadığını söylemek olası mı?



Rahatsız edici bir çok sahnenin yer aldığı, bu hissi yoğunlaştıran kamera-ışık, müzik-ses-gürültü kullanımı ile insanda tekinsizlik ve kesif bir yalnızlık hissi uyandıran Persona’nın giriş bölümü, barındırdığı görmeye alışık olmadığımız bir çok sembolle üzerine bir şeyler söylemek istediğim bir diğer bölüm...

Persona (Re-dub) from Ross Dickson on Vimeo.
Bu bölümde, bir filmin teknik bileşenlerini (film projektörü, kamera, film şeridi vs.) göstererek Bergman, film çekim süreci üzerine izleyiciyi düşündürmeyi mi amaçlamaktadır? Yoksa izleyeceğimizin adeta teknik bir olay olduğunun, art arda yer alan sahnelerin montajlanmasının filmi oluşturduğunun mu altı çizilmek istenmektedir? Girişte yer alan bu görüntülerden kimi kesitleri filmin içinde de zaman zaman görürüz. Kimileri filmdeki sahnelerin içinde ve filmin bir parçası gibi yer alır. Örneğin bu giriş parçasının sonunda yer alan (muhtemelen) bir isyan veya protestoya ait görüntüler (alevler içindeki bir insan bedeni), Elisabeth’in hastane odasında televizyonda izlediği haber görüntülerinden bir parçadır. Erkek çocuğun önünde beliren dev ekranda, zaman zaman eliyle ekrandaki yüzlere dokunarak izlediği iki kadının görüntüleri, Elisabeth ve Alma’nın kaldıkları yazlık evin banyosunda, aynanın önünde rüya mı gerçek mi kesin olarak bilinemeyen (düşsel) sahnelerde yer alan görüntülerden kesitlerdir. Ayrıca giriş sahnesinin filmden bağımsızmış izlenimi doğuran kimi sahneleri, filmin ortasında bir yerde adeta filmi bölerek tekrar yer almaktadır.

Şimdi sırasıyla giriş bölümündeki tüm bu görüntüleri anlatmaya çalışacağım:
Giriş bölümünde ilk olarak siyah ekranın solunda beyaz bir parlaklık görürüz. Parlaklık büyürken bunun sağ alt köşesinde daha ufak bir parlaklık ortaya çıkar. Işık arttıkça bunun bir film projektörünün ışığı olduğu fark edilir. Film makarasının hızlıca akışını seyrederiz. START yazısıyla geri sayım başlar, ekranda 11’den geriye sayılar belirir teker teker: 11, 10, 9, 8, 7. Tüm bu sayılar baş aşağı yer almaktadır. 6 rakamı yerine ise erekte olmuş bir erkek penisi yer alır ekranda. Projektörü tekrar görürüz. Geri sayım devam etmektedir. Muhtemelen son saniyeye gelindiğinde (burada rakamlar belirgin değildir-en azından benim için-) film makarasının negatifinde bir çizgi film karesi belirir. Bu, gölde ellerini ve yüzünü yıkayan bir kız çocuğudur, ekranda yine baş aşağı yer almaktadır. Film şeridi akmaya devam eder. Ekranda bu sefer film karesinden yansıtılmayan gerçek çocuk elleri görürüz. Ellerini birbiri üzerinden geçirmektedir. Muhtemelen çizgi filmdeki el yıkama sahnesinin bir benzeri, ya da onun özdeşi... Daha sonra ekranın sağ alt köşesinde -bir müzik eşliğinde- sessiz bir filmden sahneler görürüz. Bunu, müziğin sesinin azalmasıyla beraber ekranın büyük bir kısmını kaplayan bir tarantula imajı takip eder.

Ardından aynı müzik tekrar duyulur. İlk olarak ekranda koyun yünü benzeri bir obje belirir. Bir adamın elleri bu objeyi iki tarafından kavramış ve sıkmaktadır. Kamera uzaklaşınca bunun bir koyunun kesik kafası olduğu ortaya çıkar. Adam sıktıkça kafanın altından kan akmaktadır. Kamera hayvanın gözüne odaklanır. Bu tamamen açık vaziyette donuk bir gözdür. Ardından hayvanın (ıslak, kaygan) iç organlarının çıkarılışını görürüz.
Müzik tekrar kesilir. Avuç içi açık ve yukarıya dönük, zemine dayalı bir el, belirir ekranda. Elin tam ortasında, sivri ucu elin ayasına bastıran bir çivi bulunmaktadır. Ardından çivinin ele çakılmasını izleriz. Bir nevi çarmıha gerilme hikayesine atıfta bulunan bu sahne iç sıkıntısını daha da arttırır. Çivinin ele girdiği noktada kan birikir. El acıyla kasılır. Sadece parmakların örümceğin bacaklarını andırır şekilde acı içinde kasılmasını izleriz, arka plandaki sesle çivi ve çekicin birbirine temas ederken çıkardığı ses dışında bir ses -acıdan kaynaklanan bir inleme veya haykırma- duyulmaz.
Karlı bir orman silueti kaplar ekranı. Uzun ağaç gövdeleri vardır ekranda, üst kısımlarını görmeyiz ağaçların. Kuş sesleri, sinek vızıltısını andıran seslerle beraber, ne olduğuna tam da karar veremediğim tonar bir ses duyulur geri planda. Yalnızlık hissini daha da pekiştirir bu orman manzarası. Kuş sesleri sonlanırken boş bir sokak manzarası belirir. Yaşama dair hiç bir şey yoktur adeta etrafta, belki halen duyulan sinek vızıltısı sesi. Bir kaç bina görürüz, binaların birinin yanında karların kürendiği bir tepelik oluşmuştur. Önceden yağmış ve kirlenmiş bir kardır bu. Karın dahi geçmişe dair oluşu, bu yaşamayan, adeta terkedilmiş sokak imajını pekiştirir niteliktedir. Merdiven kenarlarındaki tırabzanların keskin ve sivri yapısı da tartışmasız tehlike ve tehdit algısı yaratan bu manzarayı tamamlayıcı bir görev üstlenir. Önceki görüntülerde yer alan çarmıha gerilme sahnesinin oluşturduğu dehşet hissi, bu sivri ve keskin yapıları vurgulanmış tırabzanlarla tekrar hissedilir.

Daha sonra ölü bedenler görürüz. Morg olduğu anlaşılan bir yerde bedenleri çarşafla örtülü sırt üstü uzanmış yatan ölü insan bedenleridir bunlar. Ancak bazılarının kolları, bacakları ve/veya yüzleri açıktadır. El ve bacaklarının duruşundan ölü oldukları anlaşılmaktadır. Görüntüler devam ederken sinek vızıltısını andıran ses de yok olur, sadece tonar ses duyulur geri planda. Kamera ise kollara, bazen bacaklara, bazen de yüzlere odaklanmaktadır. Ekranda beliren bir kadının gözleri aniden açılır ve açılır açılmaz sahne değişir. Çarşafla omuzlarının altından göğsüne kadar örtülü ergenlik çağının arifesinde bir erkek çocuğu yer alır ekranda. Tonar sesin yerini başka bir ses almıştır. Çocuk sırt üstü yatar vaziyette morgdaki diğer ölülerden biri gibidir. Ancak ardından yavaşça yana doğru döner ve çarşafı omuzlarının üstüne doğru çeker. Yavaşça dönmesinden mi, dönerken sergilediği doğallıktan mı emin olamasam da onun yaşıyor oluşu, hareket edişi şaşırtıcı gelmez, olması gerekenin tam da bu olduğu hissi duyulur hatta. Çarşafı omuzlarının üstüne çekmesiyle bacakları açıkta kalır. Doğrulur ve bacaklarını örter, ancak yatınca bu sefer omuzlarının açıkta kalacağı açıktır. Bunun açıklığı, eylemin boşunalığı iç sıkıntıyı (en azından bendeki) daha da arttırır. Çocuk yüz üstü döner, gözlüklerini takar, bir kitap koyar önüne. Açıp okumaya başlar.

Ardından gözleriyle bir şeyi izlediğini görürüz. Ekrandan bize doğru bakarken, doğrulur. Bu sefer çocuğun arkasından görmeye başlarız sahneyi, çocuğun önünde dev bir ekranın belirmesini izleriz. Film şeridinin akmasının sesi duyulur. Ekranda bir kadın yüzü vardır. Çocuk parmaklarıyla ekrandaki yüze dokunmaktadır. İki farklı kadına ait, gözleri bazen açık bazen kapalı yüzlerdir bunlar. Ekrandaki kadın yüzü sürekli değişmektedir. Görüntüler sürekli değildir, kopuk fotoğraf karelerini andırmaktadırlar bu şekilde. Önemli bir diğer ayrıntı da geri planda duyulan müzik kutusuna ait sestir. Müzik kutusundan çıktığı belli olan bu sesler, çocuğun kadını bildiğine, özlediğine ve hatta sevdiğine dair bir algı uyandırır.
Derken görüntüler ekranda filmin adının belirmesiyle sona erer. Ve ardından tek bir görüntü daha belirir giriş bölümüne ait. Bunlar (muhtemelen) bir isyana/protestoya ait görüntülerdir. Alevler içindeki insan bedeni saniyeden daha kısa süreliğine ekranda belirip kaybolur. Son olarak yönetmenin ismini görürüz ekranda. Bu görüntü giriş bölümünün bittiğini belirten bir işarettir aynı zamanda.

Kesilmiş hayvan, çarmıha gerilmeye atfen ele çakılan çivi, morgdaki ölüler, alevler içindeki insan bedeni vs. sürekli ölümü vurgulamaktadır. Ele çakılan çivide de alevler içindeki insan bedeninde de bu durumun bilinçli kabulü vardır sanki. Ölümün gerek bu imajlarla gerek seçilen mekan ve diğer objelerle vurgulanması izleyeceğimiz filme dair bir takım ipuçları da içermektedir kuşkusuz. Filmin ölüme dair, ama kuşkusuz esasında yaşama dair bir şeyler söyleyeceğini hissederiz.
Bir de zihnimi erkek çocuğunun neden morgda olduğu sorusu kurcalıyor. Çocuğun morgda oluşundan şaşkınlık duymadığı görülüyor, hatta bir ara üşümesi dışında rahatsız ya da korkmuş gibi de görünmüyor. Bu durumda morgun bir mekandan ziyade ruh halini yansıttığı da pekâlâ söylenebilir. Çocuğun önünde dev bir ekranın belirmesi, ekranda beliren kadın fotoğrafları, çocuğun ilgi ve belki sevgi, hatta özlemle bu görüntülere dokunması gerçek bir durumdan öte düşsel/hayali bir durumu (psikolojiye dair) yansıtmakta adeta. Çarmıha gerilme sahnesi de bu açıdan bakıldığında (İsa insanların günahlarına karşılık çarmıha gerilmiştir.) fiziksel bir durumdan öte psikolojik bir durumu işaret ediyor gibidir.
Giriş bölümünde Bergman bir yönüyle de duyulara seslenmektedir kanımca. Giriş bölümündeki imajların sembolik anlamlarının ötesinde, bu görüntüleri izleyen bizlerde duyularımıza ait farkındalık hissini yoğunlaştırdığını düşünüyorum.
Kesik koyun kafasını çevreleyen “yünün yumuşak dokusu” rastgele seçilmiş bir şey olmasa gerek. Bergman burada dokunma duyusunun altını çizmektedir kanımca. Tarantula tüylü yapısıyla bu duyuya da işaret eder gibidir, hakeza ellerin, giriş bölümü boyunca döne döne kullanılması da. Çivinin ele çakılması, kesilmiş koyunun (ıslak, kaygan) iç organlarının çıkarılışı, tırabzanların keskin ve sivri yapıları, daha çok görsel ve işitsel bir sanat olan sinemada dokunma duyusunu da işe dahil eder gibidir.
Sessiz bir filmden kareler kullanılması, seçilen mekanların sessiz ve izole yerler olması (morg, orman, boş sokak, vs.), film şeridinde görünen çizgi filmin konuşma sahneleri içermemesi ise adeta işitme duyusunu vurgulamaktadır.
Seçilen imajların kullanım şekli ve hatta doğrudan seçilen imajların kendileri, objelerin kamera hareketleriyle veya ışık kullanımıyla belirsizken belirgin hale gelmesi, projektör veya film şeridinin vurgulanması da görme duyusuyla ilgili değil midir bir bakıma?
Persona, başından sonuna kadar tüm algılarınız açık izleyeceğiniz bir Bergman başyapıtı. Daha detaylı bir analizi sonraya ertelerken, bu yazı başlıktaki gibi ancak “Persona’ya Giriş” mahiyetinde.
[1] Lefévre, R. , Ingmar Bergman, 1986, Afa Yayınları, İstanbul.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Aylaklık neden iyidir?

Gerek işim gerek okulum dolayısıyla hayatını çalışmaya adamış kişilerle çevrelenmiş biri olarak, benim “Çalışmak, söylenenin aksine çok da iyi bir şey değildir; hayatın merkezine konulacak bir şey, hiç değildir.” şeklindeki fikirlerime karşı çıkılması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Bu görüşe karşı çıkanların ayrıldıkları nokta, kimisinin çalışıyor olmaktan düpedüz hoşnutken kimisinin bunu bir mecburiyet olarak görmesi, hoşnut olmasa da çalışmayı sürdürmesi. Söylemeye gerek yok ki herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı esas mevhum (gönüllü veya zoraki olsun) çalışmanın gerekli olduğu, bunun adeta ahlâki bir görev olduğu görüşü. Esasında çalışmanın, söylenegeldiği gibi çok da iyi bir şey olmadığını iddia ederken hareket noktam çalışma karşıtlığı olsa da bu görüş, daha bir çok mesele ve durum karşısındaki tutumum üzerinde oldukça belirleyici olduğundan salt konunun kendisinden daha da önemli bir yere sahip. Blogun adını “Aylaklık iyidir.” şeklinde bir önerme olarak belirlememin nedeni tam olarak da bu. Amacım, blogu, salt bu mevzu hakkındaki fikirlerimi, okuduklarımı, izlediklerimi vs. paylaştığım bir platform olarak sınırlamak değil. Bu önermenin hayattaki duruşuma dair etkisinin çok belirleyici olması onu üst başlık olarak seçmemin esas nedeni. Temel ödevler ve genel ahlak konusunda dikte edilen şeylere her zaman mesafeli olunması gerektiğini düşünmüşümdür. Bu bağlamda çalışma etiği, çalışmanın en büyük erdemlerden biri olarak görülmesi uzun zamandır üzerine kafa yorduğum mevzular.

Bu konu üzerine yazılmış birçok makale, kitap vs. bulmak olası. Bertrand Russell’in “Aylaklığa Övgü” adlı makalesi 80 yıl önce yazılmış olmasına rağmen halen güncelliğini korumasıyla bu konuda yazılanlar arasında önemli bulduğum bir kaynak. Bu makalede Bertrand Russell “uzun mesai saatleri boyunca çalışmanın budalalığını” tüm yalınlığıyla ortaya koymuş, ben de ilk yazımı onun bu makalesinin kısaltılmış bir çevirisiyle sonlandırıyorum (kısaltılmış dediysem, pek de kısa olduğu söylenemez, ancak bu kadar kısaltmaya gönlüm elverdi..):

Benimle aynı kuşaktan olanların çoğu gibi, “Şeytan hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur.” atasözünü dinleyerek yetiştim. Epeyce terbiyeli bir çocuk olduğum için bana söylenen her şeye inanırdım; böylelikle, içinde bulunduğum ana kadar beni çok çalışmaktan geri bırakmayan bir vicdan sahibi oldum. Ne var ki, EYLEMLERİM vicdanımın denetimi altında olduğu halde, GÖRÜŞLERİM bir devrim geçirmiş bulunuyor. Dünyada gerektiğinden çok çalışıldığını, çalışmanın erdem olduğu inancının büyük zararlar doğurduğunu, modern endüstri ülkelerinde vaaz edilen şeylerin öteden beri vaaz edilegelmekte olanlardan çok değişik olduğunu sanıyorum.

Gayet ciddi olarak şunu söylemek isterim ki, modern dünyada ÇALIŞMANIN erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer.

Uygarlığın başlangıcından Endüstri Devrimi’ne kadar insan, bir kural olarak, çok çalışmak suretiyle kendisinin ve ailesinin geçimi için gerekli olandan ancak biraz daha fazlasını üretebiliyordu, hem de karısı da en aşağı onun kadar çok çalıştığı halde. Zorunlu ihtiyaçları karşıladıktan sonra artan az miktardaki üretim fazlası ise, onu üretenlere kalmıyor, savaşçılar ve papazlar tarafından iç ediliyordu. Kıtlık zamanlarında üretim fazlası olmuyordu; ama savaşçılarla papazlar yine de, başka zamanlarda olduğu kadar kazanç sağlıyorlar ve bunun sonucu olarak da birçok işçi açlıktan ölüyordu. Çalışmanın istenilir bir şey olduğunu doğal karşılamamız çoğunlukla bu sistemden bize kalan bir alışkanlıktır ve alışkanlıktan doğma bu inanç endüstri dönemi öncesine ait olduğu için de modern dünyaya uydurulmamıştır. Çağdaş teknoloji aylaklığın sadece imtiyazlı sınıflara ait bir imtiyaz değil, bütün toplum içinde eşit dağılan bir hak olabilmesini, birtakım sınırlar içinde mümkün kılmıştır. Çalışma ahlakı, köle ahlakıdır, modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur.

İlkel toplumlarda köylüler, kendilerine kalsa, savaşçılarla papazların iç ettikleri o bir parçacık üretim artıklarından yine kendileri yararlanırdı; bu apaçıktır, ama şurası da aynı derecede açıktır ki, köylüler kendi başlarına kalsa ya daha fazla tüketir, ya da daha az üretirlerdi. Başlangıçta köylülerin üretimde bulunmaları ve üretim artıklarının başkaları tarafından iç edilmesine göz yummaları, kaba kuvvet zoruyla oluyordu. Ne var ki, yavaş yavaş bu köylülerin birçoğuna, üretim artıklarının bir bölümü bazı aylakların geçimini sağlamaya gitse bile, çok çalışmanın kendileri için görev olduğunu aşılayan bir ahlak anlayışını kabul ettirmenin mümkün olduğu anlaşıldı. Bu sayede, köylüleri çalıştırmak için başvurulması gereken zorlamanın dozu, bununla birlikte de hükümetin harcamaları azaldı. Bugün eğer İngiltere’de kralın bir işçiden fazla geliri olmaması önerilse, İngiliz işçilerin yüzde doksan dokuzunun bu öneriden dolayı tüyleri diken diken olurdu. Tarihsel bakımdan konuşursak, görev kavramı, iktidar sahipleri tarafından başkalarına kendi çıkarlarından daha çok efendilerinin çıkarı için yaşamaları gerektiği düşüncesini aşılamakta bir araç olarak kullanılmıştır. Doğallıkla, iktidar sahipleri kendi çıkarlarının, insanlığın daha geniş çaptaki çıkarlarıyla özdeş olduğuna kendi kendilerini inandırarak, bu olguyu yine kendi kendilerinden saklamaktadırlar. Uygarlık için boş vakit şarttır, eski zamanlarda ise bir azınlığın boş vakte sahip olabilmesi, büyük bir çoğunluğun emeği sayesinde gerçekleşebiliyordu. Şu var ki, bu insanların harcadığı emeğin bir değeri vardı – çalışmak iyi olduğu için değil, boş vakit iyi olduğu için.

Çağdaş teknoloji sayesinde de uygarlığa zarar vermeksizin boş vakti insanlar arasında pay etmek mümkün olabilirdi.

Çağdaş teknoloji, yaşamak için herkesin ihtiyaç duyduğu şeyleri elde etmekte harcanan emek miktarını büyük çapta azaltmıştır. Savaş içinde bunun böyle olduğu açıkça görüldü. Savaş sırasında, silah altındaki bütün erkekler, casusluk işinde, propaganda işinde, mühimmat imalatında, ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalışan bütün erkek ve kadınlar üretim faaliyetlerinden çekilip alınmış bulunuyorlardı. Buna rağmen, müttefikler safındaki kalifiye olmayan işçiler arasındaki fiziksel refah düzeyi, savaş öncesi veya savaş başlarındakine oranla çok daha iyi idi. Bu olgunun önem ve anlamını maliye gizlemekteydi: Ödünç alma, insanda adeta geleceğin şimdiki zamanı beslediği izlenimi uyandırıyordu. Ama kuşkusuz, gerçekte böyle bir şey mümkün değildi. İnsan içinde yaşadığı anda var olmayan bir ekmeği yiyemez. Üretimin bilimsel bir biçimde örgütlenmesi sayesinde, modern dünyanın çalışma kapasitesinin sadece bir bölümünü kullanmakla modern insan yığınlarına oldukça rahat bir hayat sağlanabileceğini, savaş, tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesinlikle göstermiş bulunuyor. Savaştırmak ve savaş sanayiinde çalıştırmak için erkekleri serbest bırakmak amacıyla yaratılan bilimsel örgüt, eğer savaştan sonra da korunsa ve çalışma saatleri dörde indirilseydi, herkesin refahı yerinde olurdu. Halbuki böyle yapılacağına, o eski karmaşık sisteme dönüldü, emeklerine ihtiyaç duyulmayanlar ise işsizlik yüzünden aç kalmaya bırakıldı. Neden? Çünkü çalışma görevdi de ondan; çünkü insanın, ürettiği oranda değil, çalıştığı sanayi kolu tarafından belirlenmiş erdemlerine oranla ücretlendirilmesi gerekirdi de ondan[1] .

Bu, içinde doğduğu koşullarla zerrece benzerliği bulunmayan bambaşka koşullara uygulanan Köle Devleti ahlakıdır. Bunun felaketli sonuçlar doğurmasına hiç şaşmamalı. Bir örnek alalım. Belirli bir zaman içinde birtakım insanların topluiğne yapımında çalıştıklarını varsayalım. Bunlar günde (diyelim ki) sekiz saat çalışarak, dünyanın bütün topluiğne ihtiyacını karşılayacak kadar üretim yapmaktadırlar. Birisi çıkar, aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi içinde öncekinin iki katı topluiğne yapmasını sağlayacak bir buluş kor ortaya. Ama dünyanın iki kat fazla topluiğneye ihtiyacı yoktur; topluiğneler zaten o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile daha fazla satın alan olmayacaktır. Aklı başında bir dünyada olsa, bu durumda, topluiğne yapımıyla uğraşan herkes sekiz yerine dört saat çalışır, ama bunun dışında her şey yine eskisi gibi yürürdü. Gelgelelim, içinde yaşadığımız dünyada böyle bir şey ahlak bozucu sayılır. İçinde yaşadığımız dünyada insanlar hala sekiz saat çalışmakta, birtakım insanlar iflas etmekte ve topluiğne yapımında çalışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır. Bunun sonucunda yine öteki planda olduğu kadar boş vakit kalır insanlara, ama bu sefer insanların yarısı çok fazla çalışırken, öbür yarısı tüm aylaktır. İşte, nasıl olsa kalacak boş vakit bütün insanlık için bir mutluluk kaynağı haline getirileceğine, bu şekilde ne yapılıp edilip evrensel bir felaket haline getirilmektedir. Bundan daha büyük bir delilik düşünülebilir mi?[2]

Yoksul insanların boş vakitleri olması fikrini zenginler öteden beri nefretle karşılamışlardır. 19. yüzyılda İngiltere’de erkekler için günlük normal çalışma süresi on beş saatti; çocuklar genelde on iki saat, ama çok kere de yetişkin erkekler kadar çalışırlardı. Ukala işgüzarlar bu çalışma saatlerinin çok fazla olduğu fikrini ileri sürdükleri zaman onlara, çalışmanın yetişkin erkekleri içkiden, çocukları da yaramazlıktan alıkoyduğu söyleniyordu. Çocukluğumda, şehirli erkek işçilerin oy hakkını kazanmasından az sonra, resmi tatil günleri yasalaşınca, üst sınıflar çok kızdılar. Yaşlı bir düşesin şöyle dediğini hatırlıyorum: “Tatil yoksulların nesine gerek? Onlar ÇALIŞMAK zorundadır.” Gerçi zamanımızın insanları bu düşes kadar açık yürekli değiller; ama aynı duygu onlarda da güçlüdür ve bu duygu, içinde bulunduğumuz iktisadi keşmekeşin esas kaynağıdır.

Çalışma ahlakı anlayışını bir an için açık yüreklikle, kör inançlara bağlı olmaksızın düşünelim. Her insan hayatında ister istemez belirli miktarda bir insan emeği ürünü tüketir. Çalışmanın genellikle tatsız bir şey olduğunu kabul edersek, insanın kendi ürettiğinden fazlasını tüketmesi adaletsizliktir. İnsan doğallıkla, mesela hekimlikte olduğu gibi, mal yerine hizmet sağlayabilir; ama ne olursa olsun, yediğine ve başını bir çatı altına sokmasına karşılık bir şey sağlamalıdır. Çalışmanın ancak bu kadarı bir görev sayılmalıdır; ama ancak bu kadarı.

Sıradan işçiler günde dört saat çalışsalardı hem her şeyden herkese yetecek kadar bulunurdu, hem de ortada işsizlik kalmazdı – tabii, ufak çapta da olsa, aklı başında bir örgütün bulunduğu varsayılarak. Bu fikir, hali vakti yerinde olanların hiç hoşuna gitmez, zira onlar, yoksulların boş vakitlerini nasıl kullanacaklarını bilmedikleri inancındadırlar.

Kabul etmek gerekir ki, boş vaktin, akıllıca kullanılması bir uygarlık ve eğitim sonucudur. Bütün ömrünce çok çalışmış bir adam birdenbire boş kalsa sıkılır. Ama önemli miktarda boş vakti olmayan insan da en iyi şeylerin birçoğundan yoksun kalır. Halk yığınlarının bu yoksunluğu çekmesi için artık hiçbir neden kalmamıştır; artık hiç gereği kalmadığı halde aşırı derecede çalışmakta direnmek, ancak budalaca ve çoğunlukla başkası hesabına katlanılan bir çilekeşlik ruhuyla mümkündür. Rusya'da yönetime egemen olan yeni inançta Batı'nın geleneksel öğretilerinden çok değişik bir sürü şey bulunurken, hiç değişmeden kalmış bazı şeyler de vardır. Yönetici sınıfın, özellikle de eğitim propagandasını yürütenlerin emeğin erde­mi konusundaki tutumları, dünyada egemen sınıfların "namus­lu yoksullar" dediğimiz insanlara öteden beri aşılayageldikleri tutumun tıpatıp aynıdır. Çalışkanlık, uyanıklık, uzak çıkarlar uğruna uzun saatler çalışmaya razı olma, hatta yetkeye boyun eğme, bütün bunlar SSCB'de yeniden ortaya çıkmaktadır; üstelik SSCB'de yetke hâlâ Evrenin Hâkiminin İradesini temsil etmektedir, yalnız şimdi buna yeni bir ad verilmiştir: Diyalektik Materyalizm.

Rusya'da proletaryanın kazandığı zaferle, başka ülkelerde feministlerin kazandığı zafer arasında bazı ortak noktalar bu­lunmaktadır. «Yüzyıllardan beri erkekler, kadınların manevi üstlüğünü kabul etmiş ve iktidar konusunda kendilerinden aşağı durumda bulunmaları yönünden de onları, manevi üstünlüğün iktidardan daha değerli olduğu savıyla avutmuşlardır. Feministlerin öncüleri, erkeklerin erdemin değeri konusunda kadınlara söylediklerinin hepsine inandıkları, ama siyasal iktidarın değersizliği konusunda söylediklerine inanmadıkları için, en sonunda feministler, kadınların her ikisine de sahip olması gerektiğine karar verdiler. Fiziksel çalışma bakımından buna benzer bir şey Rusya'da gerçekleşmiştir. Yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları "namuslu emek" üzerine öv­güler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel kölelikle­rinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçileri, mad­denin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır. Rusya'da, bedenle çalışmanın üstünlüğü konusundaki bütün bu öğretiler ciddiye alınmış, bunun bir sonucu olarak da bedenle çalışanlar başka herkesten fazla yüceltilmişlerdir.

Şimdilik, bütün bunlar belki de yararlı olabilir. Doğal kay­nakları zengin, koskoca bir ülke gelişmeye hazırlanmaktadır ve borç almadan gelişmesini tamamlamak zorundadır. Bu ko­şullar içinde çok çalışmak zorunluğu vardır ve bu çok çalışma­nın ödülü de büyük bir olasılıkla, görülecektir. Ama uzun saat­ler çalışmak zorunda kalınmadan herkesin rahat edebileceği noktaya ulaşılınca ne olacaktır?

Batı'da, bu problemle uğraşmak için çeşitli yollar vardır bizim elimizde. Bir iktisadi adaleti gerçekleştirmeye kalkışma­dığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde bü­yük bir bölümü hiç çalışmayan küçük bir azınlığa gider. Üre­tim hiçbir şekilde bir merkezden yönetilmediği için, sürüyle gereksiz şey üretiriz. Nüfusun bir bölümünü gerektiğinden çok çalıştırmak suretiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiği­miz için, çalışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. Bu yöntemler yetersiz kalınca da savaş çıkarırız: Havai fişekleri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insanlara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmına da bunları patlattırırız. Bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir bedensel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceririz.

İktisadi adalet ve üretimin merkezden yönetilişi dolayısıyla, Rusya'da bu problem ister istemez değişik bir biçimde çö­zülecektir. Zorunlu ihtiyaç maddeleri ve temel rahatlıklar her­kese sağlanır sağlanmaz bu problemi çözmek için başvurulacak akıllıca yol, daha fazla boş vaktin mi, yoksa daha fazla mal üretiminin mi tercih edileceği konusunda her aşamada halk oyuna danışılarak, çalışma saatlerini derece derece azaltmak olurdu. Ama çok çalışmanın erdem olduğu bir kere aşılanmış bulundu­ğuna göre, içinde boş vaktin çok, çalışmanın ise az olduğu bir cennet hedefine yetkililerin nasıl ulaşabileceklerini kestirmek zordur. Yetkililerin durmadan yeni planlar ortaya atarak, böy­lece, kazanılmış boş vakti gelecekteki verimliliğe feda edecek­leri daha büyük bir olasılık gibi gözüküyor. Geçenlerde Rus mühendislerinin hazırladıkları ustalıklı bir planla ilgili yazılar okumuştum; bu plan, Karadeniz'in ortasına bir baraj oturtarak Beyazdeniz'le Sibirya'nın kuzey kıyılarının iklimini ılımanlaştırmak amacını güdüyordu. Hayranlıkla karşılanacak bir plan gerçi, ama aynı zamanda emekçilerin en soyluları Kuzey Buz Denizi'nin buzlu alanlarıyla tipileri arasında çalıştırılırken, proletaryanın rahatını daha bir kuşak geciktirecek bir plan. Böyle bir şey, eğer gerçekleşirse, bu, çok çalışma kavramına, artık çok çalışmaya ihtiyaç duyulmayan bir tembellik düzeyine ulaştıracak araçtan çok, kendi başına bir amaç gözüyle bakma­nın sonucu olacaktır.




Gerçek odur ki, maddenin bir bölümü varlığımız için zorunlu olduğu halde, maddeye durmadan biçim ve yer değiştir­mek hiç de insan hayatının amaçlarından biri değildir. Eğer öy­le olsaydı, kanal açma işinde çalışan her ameleyi Shakespeare'den üstün tutmamız gerekirdi. Bu hususta bizi yanlış yöne sevk eden iki neden vardır. Birincisi, yoksulların hallerinden hoşnut olmalarını sağlama zorunluluğudur ki, bu zorunluk bin­lerce yıldan beri zenginleri, çalışmanın erdem olduğu konusun­da vaaz vermeye -kendileri bu hususta erdemsiz kalmak için ne gerekirse yaptıkları halde- sevk etmiştir. İkincisi de, yeryüzünde meydana getirebileceğimiz hayret edilecek değişiklik­lerden haz duymamıza sebep olan, yeni, makineleşme zevkidir. Bu iki güdünün hiçbiri, bedeniyle çalışan işçi üzerinde bir etki uyandırmaz. Bedeniyle çalışan işçiye, hayatının en iyi bölümü üzerine ne düşündüğünü soracak olsanız, size şöyle söylemesi olasılığı pek yoktur: "Bedensel çalışmadan zevk duyuyorum, çünkü bedensel çalışma bana, insanoğlunun yapabileceği en soylu işi yaptığım duygusunu veriyor, ayrıca insanoğlunun üze­rinde yaşadığı gezegeni ne kadar değiştirebildiğini düşünmek de hoşuma gidiyor. Gerçi bedenimin belirli süreler içinde din­lenmeye ihtiyacı var ve ben bu ihtiyacı elimden geldiği kadar gidermek zorundayım, ama yine de en mutlu anlarım, sabah olup da çalışmaya başladığım anlardır, zira ruhumu doyuran kaynak çalışmadır." Bedenleriyle çalışan işçilerin böyle bir şey söylediklerini hiç duymadım. Onlar çalışmaya hangi gözle ba­kılması gerekiyorsa o gözle, yani, geçimlerini sağlamanın zo­runlu bir koşulu gözüyle bakarlar ve duyabilecekleri mutlulu­ğu da serbest saatleri içinde bulurlar.

Denilecektir ki, aylaklığın azı iyidir, ama insanlar yirmi dört saatte topu topu dört saat çalışsalardı, günlerini nasıl geçireceklerini bilemezlerdi. Bu görüş modern dünyada geçerli olduğu oranda, uygarlığımız için bir yüz karasıdır; bu görüş da­ha önceki dönemlerin hiçbirinde geçerli olamazdı. Eskiden kaygısızlığa, oyuna bir yer vardı; verimlilik fikrine bir dine sa­rılır gibi bağlanılması, insanlar arasında kaygısızlığın da, oyu­nun da yerini bir dereceye kadar daraltmış bulunuyor. Modern insan her şeyin, o şeyin kendisi için değil de, başka bir şey uğ­runa yapılması gerektiğine inanıyor.

Çalışma saatlerinin dörde indirilmesini önerirken, geri kalan bütün vakit ille de saçma sapan şeylerle harcanmalıdır de­miyorum. Dört saatlik çalışmanın bir insana, yaşamak için gerekli ihtiyaç maddeleriyle rahatlıkları sağlayabilmesi ve insa­nın geri kalan zamanını dilediği gibi kullanabilmesi gerektiğini söylemek istiyorum. Böylece herhangi bir toplumsal sistemde eğitimin şimdikinden daha ileriye götürülmesi ve eğitimin kıs­men, boş vakitlerini akıllıca kullanabilmelerini mümkün kılarak zevk inceliklerini insanlara kazandırmayı hedef alması esastır. Zevk inceliklerinden söz ederken de sadece "alimâne" sayılan şeyleri anlatmak istemiyorum. Kuş uçmaz kervan geç­mez uzak köşeler dışında köylü dansları ölmüştür, ama bu dansların işlenmesini, mükemmelleştirilmesini sağlayan güdüler insan doğasında hâlâ var olmalıdır. Şehir insanlarının zevk­leri nitelik bakımından çoğunlukla edilgin hale gelmiş bulunu­yor: Sinema seyretmek, futbol maçlarını izlemek, radyo dinle­mek vb. Bunun nedeni de, şehirlilerin bütün enerjilerini çalış­mada tüketmeleridir; eğer daha çok boş vakitleri olsaydı, şe­hirliler yine eskiden olduğu gibi, bizzat kendilerinin etkin rol oynadıkları eğlencelerin tadını çıkarırlardı.

Hiç kimsenin günde dört saatten çok çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı olan herkes aç kalmadan bilimle uğraşabilecek; her ressam, tabloları ne kadar mü­kemmel olursa olsun, aç kalmadan resim yapabilecektir. Genç yazarlar, anıtsal eserlerini verebilmek için iktisadi bağımsızlıklarını kazanmak kaygısıyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dikkati çekmek, neden sonra anıtsal eserlerini verme zamanı gelince de hem böyle büyük eserler verme işta­hını, hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalmayacaklardır. Meslek çalışmaları sırasında iktisat ya da yöneti­min herhangi bir evresine ilgi duyanlar, üniversiteden olan iktisatçıların eserlerini çoğunlukla gerçek yönünden noksan bırakan akademik çalışma yönteminin bağlayıcılığı bulunmaksı­zın, kendi fikirlerini geliştirebileceklerdir. Tıp adamlarının, tıbbi gelişmeleri öğrenecek kadar zamanlan olacak, öğretmen­ler kendi gençliklerinde öğrendikleri ve aradan geçen zaman içinde gerçeğe uymadıkları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş yöntemlerle öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına çabalamak zorunda kalmayacaklardır.

Hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu yerine, yorgunluk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşama sevinci bulunacaktır. Zorunlu çalışma, boş zamanları zevkli kılmaya yetecek kadar olacak, ama bitkinlik yaratacak kadar olmaya­caktır. İnsanlar boş zamanlarında yorgun olmayacaklarından sadece edilgin ve yavan eğlenceler istemeyeceklerdir. İnsanla­rın hiç değilse yüzde biri, meslek çalışmaları dışındaki vakitle­rini şu ya da bu cins bir kamu yararını hedef tutan çalışmalara ayırabilecekler ve bu çalışmalar geçim sağlamak kaygısıyla yapılmadığı için de, özgünlüklerinin karşısına çıkacak hiçbir engelle karşılaşmayacakları gibi, yaşlı üstatların koyduğu ölçü­lere uymak zorunda da kalmayacaklardır. Ama aylaklığın üs­tünlükleri sadece bu gibi özel durumlarda ortaya çıkmakla kal­mayacaktır. Sıradan erkeklerle kadınlar, mutlu yaşama fırsatı elde edeceklerinden daha sevgi dolu olacaklar, kendi görüşle­rine uymayanlara daha hoşgörüyle ve daha az kuşkuyla baka­caklardır. Kısmen bu nedenle, kısmen de savaş uzun ve zorlu çalışmaları gerektireceğinden, savaş isteği ortadan kalkacaktır. İyi huyluluk, bütün törel nitelikler içinde, dünyanın en çok ih­tiyaç duyduğu bir niteliktir ve iyi huy, çetin çabalarla dolu bir hayatın değil, rahatın, güvenlik duygusunun bir ürünüdür. Mo­dern üretim yöntemleri hepimize rahat etme ve kendimizi gü­venlik içinde duyma olanağını verdiği halde, bizler bunun yeri­ne, bazı insanların aşırı derecede çalışması, bazılarının da aç­lıktan kıvranması yöntemini seçmişizdir. Şimdiye kadar hep, tıpkı makinelerin bulunmadığı zamanlarda olduğu gibi bütün enerjimizi ortaya koymayı sürdürdük; yaptığımız budalalıktı, ama sonuna kadar da budalalıkta diretme için hiçbir neden yok ortada. [3] - [4]


[1] Koyu olarak yazılmış bölüm, orijinal makaledeki anlamı daha doğru karşıladığı düşüncesiyle kitaptaki çeviriden değil COGITO dergisinde yer alan çeviriden alıntılanmıştır. Makalelerin çevirilerini karşılaştırmalı olarak okumadığımı belirtmeliyim, kitap çevirisinde burada kullanılmış ifade problemli göründüğü için karşılaştırma gereği duydum.

Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12, s.61-68 Çeviri: Alp Tümertekin

[2] Alıntının yapıldığı kitapta “topluiğne” yerine “çamaşır mandalı” ifadesi kullanılmıştır. Orijinal makaleye göre “Topluiğne” ifadesinin kullanılmasının daha doğru olduğunu düşündüğümden değiştirmeyi uygun buldum.

[3] Russell, Bertrand. “Aylaklığa Övgü”, Haz. 2008, CEM Yayınevi, İstanbul. (Türkçesi: Mete Ergin)

[4] Makalenin İngilizce aslı şu bağlantıdan okunabilir à http://www.zpub.com/notes/idle.html