24 Nisan 2012 Salı

24 Nisan 1915 anısına..

"Bir anonim Ermeni gelin türküsünü (Aravodun Temin: Sabaha Karşı, derleyen: Arusyak Sahakyan) Ayşe Tütüncü düzenledi, 42 müzisyen bir araya gelip çaldı. 24 Nisan kurbanları anısına..." diye açıklama düşülmüş videonun altına.

Bianet'te yer alan Işıl Cinmen'in yazısında Ayşe Tütüncü'yle gerçekleştirilen söyleşi de yer alıyor. Yağmurlu bir Nisan günü (A rainy day in April) şarkısının videosunu Ümit Kıvanç çekmiş:


Katkıda bulunan sanatçılar:
Ayşe Akarsu, Ayşe Tütüncü, Birol Topaloğlu, Burhan Hasdemir, Cenk Güçbilmez, Cumhur Ersöz, Çağatay Çoker, Deniz Koloğlu, Duygu Aydın, Emin İgüs, Ertan Tekin, Ezgi Elkırmış,Fırat Alkış, Gökçe Gürçay, Gökçen Eraslan, Hüseyin Alparslan, İlkem Balseçen, Levon Balıkçıoğlu, Mehmet Taygun, Metin Kahraman, Mikail Yakut, Muratcan Atam, Naz Nazlı Alatlı, Nimet Çakıcı, Okan Kaya, Onok Bozkurt, Ozan Çoban, Özgür Akgül, Richard Hamer, Savaş Çağman, Serkan Dadak, Sevinç Özgen, Sinan İşvaroğlu, Sinan Sakızlı, Sumru Ağıryürüyen, Şevket Akıncı, Şirin Soysal, Tamar Nalcı, Timuçin Gürer, Tuna Pase, Yaşar Kurt, Yeşim Tezgören

Özgür müyüz?

Geçen reklamları izlerken, aklıma Fight Club’ın başlarında yer alan Tyler Durden replikleri geldi. Chuck Palahniuk’un aynı adlı eserinden David Fincher tarafından sinemaya uyarlanan filmin İngilizce altyazılarını bulup, bu kısımları elimden geldiğince çevirmeye çalıştım. Bu arada replikler arasında aktarmaya çalıştığım meseleye dair olmayanları çevirmedim. Onların yerinde 3 nokta ile başlayan cümleler yer alıyor. Ne dersiniz, özgür müyüz?
da

…Birçok kişi gibi ben de Ikea mobilyalarının kölesi olmuştum. Oh, evet... Erika Pekkari yatak fırfırlarından sipariş edecektim. …Zarif bir şey gördüğümde, Yin-Yang şekilli sehpa gibi, onu almak zorundaydım. Klipsk kişisel ofis ünitesi. Hovetrekke ev egzersiz bisikleti. Ya da yeşil çizgili bir Ohamshab koltuğu. Hatta doğal kâğıttan yapılmış doğa dostu Ryslampa abajurları. Katalogları elimden düşürmez “Ne tip bir yemek seti kişiliğimi yansıtır?” diye düşünürdüm. Her şeye sahiptim. Hatta yerliler tarafından el emeğiyle yapıldığı anlaşılsın diye içinde minik baloncuklar ve hatalar bulunan cam tabaklarım bile vardı. …Eski pornografik dergilerin yerini artık Horchow koleksiyonu almıştı.
sd

23 Nisan 2012 Pazartesi

"Ayaküstü Yaşanmış Aşk Hikâyeleri"ne dair

Yine başka bir yazıyla uğraşıyorum. Yine bitmedi... Bir yandan da Natacha Atlas dinliyorum. Natacha Atlas'ı ilk dinlediğim günü hatırlıyorum. 5 Nisan 2009'da Açık Radyo... Kuşluk vakti olması gerek. Bu kuşluk vakti konusunda büyük bir anlaşmazlık söz konusu. Bana göre kuşluk vakti, sabah serinliğinin yerini sıcağın aldığı zaman dilimi. Saat 10 civarları gibi. Gerçi benim kuşluk vakti algımda soğuğa yer yok; bir başka deyişle bahara ve yaza özgü bir kavram. Bu da açıkçası külliyen ihtiyari bir açıklama. Ha TDK ne demiş derseniz ki -özellikle yazmaya başladığımdan beri kullandığım kadarıyla gayet eksik bulduğum bir kaynak olduğunu belirteyim, web sitesiyse bir felaket- Kuşluk: Günün sabahla öğle arasındaki bölümü, kuşluk vakti imiş. Neyse dinlerken, Ana Hina albümünden bir şarkıyı çok paylaşmak istedim. Kim Ki-Duk'un Bin Jip'ini (Boş Ev) izlediyseniz albüme adını veren bu şarkıyı hatırlamamanız imkânsız. Gerçi ben "Ya Laure Hobouki"yi paylaşmak istiyorum. Bu arada Arapça يا لور حبك أغنية رائعة ميس الريم şeklinde yazılıyormuş. Arapça yazılara bayıldığımdan bunu da koymadan edemedim.
s
 
Bu şarkı Rahbani Brothers  tarafından yazılan Meis al Rim (Mays el-Reem) adlı oyunda yer aldıktan sonra ilk defa 1956'da  Fairouz tarafından kaydedilmiş. Fairouz'u zirveye taşıyan eserlerin başında yer alan bu şarkının tam ismi "Ya Laur Hubbuki Qad Lawwa'al Fu'ad (Oh Laure, Your Love Is Aching My Heart)" imiş. Rahbani Brothers tarafından düzenlenen geleneksel bir Lübnan şarkısı olan bu şarkıda her şeyini feda etmeye hazır büyük bir aşktan söz ediliyormuş. Şarkıyla ilgili bu bilgiler oradan buradan olup, bilgilerin yer aldığı sitelerde bir kaynak sunulmadığından doğruluklarından şüphe etmenizde fayda var. Neyse uzatmanın âlemi yok. İngilizce çevirisinin güvenilir olduğuna inanarak ve gecenin 3'ünde Türkçe çevirisini de yapasım gelmediğinden aşağıya İngilizce sözleri alıntılıyorum.

Oh Laure
Your love has tormented my heart
And I had given you my love and affection
Don't you recall our wonderful nights together
And the pledge we made to be true to each other?

The night, the breeze and the wailing nightingale
And the veil of melodies, as my heart loved you
So many dreams of love and purity blossomed
In them, days seemed like slumber.

The night, the dreams and the wet shore
Longing, song, and the calm countryside
Those were such fine days, so wonderful and pure
When the melodies sang of loyalty and devotion

Gelelim yazının isminde yer alan "Ayaküstü Yaşanmış Aşk Hikâyeleri"ne. Murathan Mungan'ın şiiri bende 5 Nisan 2009’a dair. Şarkı sözlerini okuyunca -her nasılsa- aklıma geliverdi.

19 Nisan 2012 Perşembe

Pamuk Şeker

Günlerdir bir yazı üzerinde uğraşıyorum. Birden içimde Devendra Banhart'tan nasıl bir Don't Look Back In Anger dinlemek hasıl oldu anlatamam. Devendra Banhart bana !f istanbul hediyesi. Yıl kaç hatırlamıyorum -yahu bakasım da yok- 2009 olsa gerek diyeyim yine de, "Eternal Children" diye bir belgesel filmde dinlemiştim kendilerini. Çok iyi filmdi doğrusu, bulursanız kaçırmayın. CocoRosie, Antony Hegarty, Devendra Banhart'ı benle tanıştırmış bu muhteşem filmde yer alan muhteşem insanlar içinde önceden haberdar olduğum tek isimse Vashti Bunyan'dı. Doğrusu aylarca da bu kişileri dinleyip durdum. Neyse şarkıya gelirsek, esasında Oasis'in -yanılmıyorsam 95 yılı çıkışlı- albümü (What's the story) Morning Glory?'de yer alan en sevdiğim şarkılardan. 12 yaşında annemin hediye ettiği kaset -o zaman kaset de vardı- ne sevindirmişti beni. Ben o versiyonu değil Devendra Banhart cover'ini paylaşmak istiyorum. Zira o da çok leziz olmuş bence. Videosu da ayrı güzel bu arada. 

Neyse çok uzatmak istemiyorum. Dinleyince 3-5 cümle yazıp paylaşmak istedim sadece:

14 Nisan 2012 Cumartesi

Küfür mü dediniz?

Geçenlerde internette bir şeyler okurken rastladım aşağıdaki anekdota. Politik bir yazıda geçiyor olması gerek ya, çok da önemli değil ayrıntısı. Her neyse bugün bir arkadaşım aradı beni, uzaklardan. Bir mail atmıştı geçtiğimiz günlerde (nasıl da güzel bir maildi, her zamanki gibi); yanıt vermemiştim yazdığına. Şaka yollu, “Mailde küfürlü konuştum bir iki, ondan mı cevap vermedin?” diye sordu. Ben severim argo konuşmayı, çok da terbiyeli sayılmam aslında. Usturuplu derler ya, kimi durumların hakkıdır öylesi. Bazen olur, ağız dolusu küfretmek de gerekir. Her neyse, usturuplu küfür ve argo diyince de üstad Can Yücel’dir kanımca. Aklıma aşağıda alıntılayacağım anekdotu mail atmak geldi ya başta, sonra bloğa koymaya karar verdim. Hikâye birçok sitede yer alıyor, ancak herhangi yazılı kaynak da gösterilmemiş. İçerikse -bir virgül eksik bir nokta fazla- nerdeyse birbirinin aynısı… Kaynakla ilgili bu açıklamayı da yaparak anekdotu paylaşıyorum:

Yazılarında "göt" kelimesini açık açık kullandığı için mahkemeye verilen Can Yücel, mahkemede hâkimin “Sayın Yücel neden böyle yazdınız? Biliyorsunuz ki bu tür kelimeleri yazmak yasaktır ve suçtur.” sorusuna “Ne diyeyim hâkim bey. Bizim köyde göte göt derler de ondan.” diye cevap verir, ancak öncesinde bir de fıkra anlatır:

Bir köyde ateşli bir hasta vardır; köylüler hastayı kasabaya doktora götürür. Koca devletin koca doktoruna! Doktor hastaya fitil verir ve köylülere köye döndükleri gibi hastaya fitili anüsten vermelerini söyler.
Köylüler tabi 'tamam dohtor bey' diyip köye giderler. Köydeki herkese sorarlar, en bilgelere bile, ama kimse ‘anüs’ ne demektir bilemez. Bu nedenle bir türlü ilacı da veremezler hastaya. Hastanın durumu da gitgide kötüleşmektedir. Bunun üzerine köylü, doktora, koca devletin koca doktoruna telefon etmeye karar verir, ama kimse buna yanaşmaz. Ne cüret değil mi doktoru arayacak bir köylü…
Neyse durumun vahameti üzerine muhtar aramayı kabul eder. Bütün köylü toplanır santrale; muhtar arar "biz ne yapacaamızı bilemedik dohtor bey…" der. Karşıdan doktor bir şeyler söyler. Muhtar döner arkasına: 
"Makattan verin dedi, dohtor" der. Yine tüm köye sorarlar; komşu köylere birilerini yollayıp sordururlar, ama makat ne bilen yoktur yine. Hasta ise gitti gidecek, ateşler içinde kıvranıyor.
İhtiyar meclisi toplanır. Son çare, doktorun bir kez daha aranmasına karar verilir. Yine kimse aramak istemez doktoru. Sonunda yine biri kandırılır. Telefonun başına geçer, ama bir yandan söylenmektedir "çok kızacak dohtor çok!" diye.
Sonunda telefonu açıp durumu anlatır; doktor bir şeyler söyler yine. Telefondaki köylü, yüzü allak bullak, arkasını döner:
“Çok kızacak demiştim; götüne sokun dedi, götüne. "

Can Yücel’in bu davadan beraat ettiğini de – rivayet odur ki – ekleyeyim.


12 Nisan 2012 Perşembe

Felaket pornosu

Mevzuya geçmeden önce başlık üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Ölümlerin, katliamların, felaketlerin umursamazlık içerisinde, nerdeyse içten içe keyif duyularak adeta seyirlik bir gösteriymişçesine izlenmesi, sunulması, bu acılar üzerinden çıkar devşirilmesi karşısında, acıların metalaştırılmasına dair itirazımı yansıtan kışkırtıcı bir başlık kullanmak istedim. Orgazm olurcasına bir rahatlamanın insanları ele geçirmesinden duyduğum bunaltıyı, bu ceset, ölüm, nefret tapınıcılığı karşısında duyduğum sıkıntıyı yansıtma çabası diyelim bir de,  başlığı tercih etme nedenim.
fa
A Caza de dientes (Tooth Hunting), Plate 12 of "Los Caprichos", Francisco de Goya y Lucientes
aa
Yazıda bahsettiğim olayların birçoğunun üzerinden epey vakit geçti. Gerçi memlekette aynı şeyler tekrarlanıp duruyor, dolayısıyla güncelliklerini yitirdiklerini de söylemek olası değil. “Hocalı Katliamı Anması”ndan yola çıkıp bu mevzunun bana düşündürdükleriyle devam etmeyi düşünüyorum. “Ben konuları dallandırmaya ve de maalesef dağıtmaya pek meyilliyim” özeleştirisine de yaslanarak, “mevzuyu nasıl bağlarım karar verebilmiş değilim”i de ekleyerek yazıya başlıyorum.


Günlerce internette, gazetelerde, billboardlarda 26 Şubat’taki “Hocalı Katliamı Anması”na çağrı metni yer aldı. Hocalı’da 26 Şubat 1992’de Ermeni ordusu masum sivilleri katletmişti; işte 26 Şubat 2012’deki anma etkinliği bu katliam sebebiyle yapılmaktaydı. Katliamların, cinayetlerin ve soykırımların anılması bu acıların bir daha yaşanmaması, sorumluların cezalandırılması açısından büyük öneme sahip. Ancak ilk olarak çağrı metnine dair birkaç itirazım olacak: Anmaya rövanş gözüyle bakılması, anmanın adeta başka bir acıyı hedef alması, amacın insani kaygıların ötesinde siyasi çıkar malzemesi haline getirilmesi ilk elden aklıma gelenler. Siyah zemin üzerine beyaz puntolarla yazılmış metinde “Ermeni Yalanına sessiz kalma!” cümlesi ise sarı ve diğerlerinden daha büyük harflerle yer almış. “Ermeni Yalanı”ndan kasıtsa takdir edersiniz ki resmi literatürde ‘sözde’ kelimesine müteakip yer alan “Ermeni Soykırımı” iddiaları. Bu haliyle “Ermeni soykırımı yalandır, aksine Türk Soykırımı yaşanmıştır” alt mesajı köpürtülüyor. Çağrı metninin altında yer alan sosyal medya, mail adresi, web sitesi linklerinde yer alan  “hepimizhocalili” ifadesiyse –çok yaratıcı veya zeki olmaya gerek yok– Hrant’ın mahkemelerinde, 19 Ocaklarda yer alan “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganına gönderme. Ha bir de, “Hepimiz Ermeniyiz!” diyenleri kendilerince samimiyet testine tabi tutma amacında olsalar gerek. İyi de, bir katliamın anması nasıl olur da bir soykırımın, katliamın, cinayetin anmasını hedef alır? Şaşıracak bir şey yok, bu bir devlet geleneği aslında. Fransa Senatosu’nun Ermeni soykırımının inkârını suç sayan yasa tasarısını oylayacağı oturum öncesi, aynı ikiyüzlü tavırla “TBMM’de Cezayir soykırımının tanınması” şantajı devreye sokulmuştu. Hesap ortada: Soykırımı soykırıma kırdırmak! O günlerde hatırlarsınız, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan esip gürlemiş, Cezayir Soykırımı’ndan bahsedip, Sarkozy’e “Cumhurbaşkanı Sayın Sarkozy, bu soykırımı bilmiyorsa, gitsin babası Pal Sarkozy'e sorsun.” demiş, “Sayın Sarkozy, Türkiye'nin tarihinde soykırım bulamaz. Eğer Türkiye tarihine bakarsa, eğer kendi ailesine, kendi aile şeceresine şöyle bir derinliğine bakarsa, orada Türkiye'nin, Türklerin yardımından, hoşgörüsünden, şefkatinden başka hiçbir şey görmez ve göremez.'' [1] diye devam etmişti. Yazık ki Erdoğan en azından Cezayir’de soykırım yapılırken, her zaman övgüyle andığı dönemin Başbakanı Aydın Menderes’in ve TC’nin aldığı tavrı birilerine sormuş olsaydı “Savaş sırasında Türkiye’nin Fransa’nın yanında yer aldığını, savaşın son anlarına kadar Cezayir’deki ulusalcı hareketi tanımadığını, Menderes Hükümeti’nin Birleşmiş Milletler görüşmelerinde Fransa lehine oy kullandığını [2]” bilebilirdi. Veya “Fransa’yı eleştirmek bir yana, 1953’te Fransa’ya giden Adnan Menderes’e Légion d’Honneur nişanı takıldığını, Grand Cordon rütbesi verildiğini, ardından ilk Fransız-Türk Parlamenterler Dostluk Grubu’nun faaliyete geçtiğini [3] öğrenebilirdi. Nitekim Erdoğan’ın Sarkozy’e kendince ayar verdiği o konuşmanın ardından Cezayir Başbakanı Ahmed Uyahya Erdoğan’a seslendiği grup konuşmasında, “Türk yetkililer Fransa ile girdikleri soykırım kavgasında Cezayir’e gönderme yapmasın” diye sert çıkmış, gazetecilere yaptığı açıklamada “Biz Türk dostlarımıza Cezayir’in kolonileştirilmesinin ticaretini yapmaktan vazgeçmelerini söylüyoruz. Türkiye, Cezayirlilerin kanları üzerinden çıkar sağlamaya çalışmasın.” şeklinde konuşmuştu. “Osmanlı, yani Türkler 1830 yılında üç gün içinde Cezayir’i Fransızlara teslim etti. Ayrıca Cezayir 1962 yılında bağımsızlığını kazanana kadar Birleşmiş Milletler’de bu ülkenin lehine olan tüm kararları veto etti.” diyerek konuşmasına devam eden Uyahya Erdoğan’a, “Cezayir’de soykırım yaşanırken Fransa NATO’nun silahlarını kullandı. Türkiye de NATO üyesi olduğuna göre, Cezayir halkına atılan kurşunların Türkiye’den gelmiş olma ihtimali de var [4]tepkisini gösterdi. Ne gam, Erdoğan bildiğini okumaya devam etti.

Neyse, her zamanki gibi bağlamdan sapıp konuyu iyice dağıttığımın bilincinde Hocalı Mitingi’ne geri döneyim.

Çağrı metni hiçbir şeymiş; anma mitingi nefret söyleminin ne olduğunu hepimize gösterdi. Birileri, çağrı metninde nüveleri görülen niyetlerini olanca çirkinliğiyle kustu. Hrant Dink’in katili Ogün Samast ve Abdullah Çatlı lehine sloganlar atılırken, "Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz Piçsiniz" pankartı açıldı. “Bozkurt Ogün”, “Bozkurt Çatlı”, “Şehitler ölmez vatan bölünmez”, “Bozkurtlar burada Ermeniler nerede”, "Hepimiz Türküz", "Ermeni yalanına son", "Sarkozy pisliğini temizle", “Bozkurtlar burada Hrantlar nerede” sloganları da mitingde yankılananlardan bazıları [5], [6], [7]... Bu sloganlardaki nefret söylemi karşısında insan, bu anmayı sorgulamadan edemiyor. Şimdi bu insanların Hocalı Katliamı’nı anmak için toplandıkları söylenebilir mi? Amaçlarının, bu acıların tekrarının yaşanmaması olduğu söylenebilir mi?



Bu söylemlere en anlamlı yanıtsa Türkiye Sosyalist Azerbaycanlılar Birliği’nden geldi. Hocalı Katliamının 20. yıldönümünde saat 14:00'te Ankara Yüksel Caddesi'nde bir basın açıklaması düzenleyen grup Taksim’de gerçekleştirilen anma mitinginde Hocalı Katliamı’nın siyasi malzeme olarak kullanılmasına tepki gösterdi: "Türkiye'nin Ermenistan sınırını kapalı tutması için baskı yapan, Türkiye'nin bir iç ve vicdan meselesi olan kendi geçmişi ve Ermeni olaylarıyla yüzleşmesine müdahale etmeye çalışan Azerbaycanlı milliyetçilerle, Hocalı Katliamı'nı siyaset malzemesi olarak kullanan Türkiyeli milliyetçiler bu iki ülke arasında söz söylemeyi neredeyse bloke etmiş durumdalar." ifadelerine ek olarak "Hocalı Katliamı'nın 1915 Ermeni olaylarıyla kıyaslanmasına, Ermeni trajedisini inkâr etmek için malzeme olarak kullanılmasına itiraz ediyoruz. Hrant Dink'in katli sonrası karanlık güçlere karşı Türkiye'deki Ermenilerle dayanışmak anlamında acı ve öfkeyle dile getirilmiş olan 'Hepimiz Ermeniyiz' sloganını geçersiz kılmak ve sulandırmak amacıyla ortaya atılan 'Hepimiz Azeriyiz' sloganına itiraz ediyoruz" denildi. Basın açıklaması "Yaşasın halkların kardeşliği" sloganıyla bitirildi [8].
hf

AKP’nin ustalık döneminin hayatlarımıza armağan ettiği medar-ı iftiharımız İçişleri Bakanımız İdris Naim Şahin’in de mitinge katılıp konuşma yaptığını belirtmekte fayda var, zira kendisi yaptığı açıklamalarıyla özel bir ilgiyi hak ediyor. İnternet sitelerinden açıklamanın tamamını bulamadım, ancak bir iki satır başı  [6] , [9] : "Türk milletinin utanılacak bir tarihi, geçmişi yoktur, Türk miletinin yüreği birdir ama gerektiğinde yumruğu da birdir." "20 yıl önce bugün kan içiciler, katiller, acımasızlar, merhametsizler, yüreksizler ve korkaklar Hocalı'da 613 insanın, kadın, çocuk yaşlı haklı, haksız demeden kanını içtiler. O kan o gün akmıştır ama hesabı bitmemiştir. O kanın hesabı yapılacaktır ve sorulacaktır." Bakan Şahin’in ortamın ruhunu yakaladığı rahatlıkla söylenebilir. Zaten kendisi ustalık zamanının nişanesi bir bakıma… AKP iktidarının ileri demokrasisinin, özgürlük tahayyülünün ne mene bir şey olduğunu anlamak için İçişleri Bakanımızın yaptığı açıklamalar her vatandaşa yol gösterir nitelikte. Bu konuşmalardan derlediğim bir yazı paylaşmayı mutlaka istiyorum.

Son olarak nefret söylemi üzerine bir şeyler eklemek istiyorum. İdris Naim Şener’in konuşmasındaki nefret söylemi eğitim sistemimizin vazgeçilmezlerinden birisi malumunuz. Bu söylemin ilkokul sıralarını geçtim, anaokulundan itibaren çocuklara dikte edilmesiyse geleceğe dair karamsar olmak için yeterli. Militarist eğitim sisteminin zaten oldukça etkili olduğu ülkemizde “sorgulamayan, sevmeyen, itaat eden” nesiller yetiştirmede gelinen noktaysa bizi yönetenlerce yeterli bulunmamış olsa gerek son zamanlarda bu konudaki söylemler yoğunluk kazandı. Başbakan’ın “Dindar nesil yetiştirmek istiyoruz.” söylemiyle [10] hararetlenen tartışmalar, hedeflenen gençlik tahayyülünü ortaya serdi. Bayburt’un AKP’li Belediye Başkanı Hacı Ali Polat, Bayburt’un düşman işgalinden kurtuluşu törenlerinde yaptığı konuşmada Erdoğan’dan aldığı ortaya gelişine şutu çekivermişti: “Yeni yetişen neslimize dostumuzu ve düşmanımızı tanıtmak zorundayız. Necip Fazıl üstadın dediği gibi dininin, ırzının, namusunun davacısı bir gençlik istiyoruz. Onun için biz bunları sahnelemeye devam edeceğiz.” Sahnelenense her yıl yinelenen, düşman işgalinden kurtuluşun çocuklarca canlandırıldığı tiyatro gösterileri. Gözde Bedeloğlu’nun Birgün’de “Dindar da olsun kindar da” başlıklı yazısından [11] kesitleri aynen aktarıyorum: 
ghg

“Yer Bayburt. Düşman işgalinden kurtuluşunun 93. yılı, o günlerin canlandırıldığı bir temsille kutlanıyor. Valisinden milletvekiline, askerinden belediye başkanına herkes orada. Çocuklar ellerindeki oyuncak silahlarla temsili düşmanla savaşıyor. Tören, kentin işgalinin canlandırılmasından sonra, kurtarılışıyla son buluyor. Küçük askerler, ellerindeki oyuncak silahlarla Ermeni milisleri çarmıha geriyor. Çocukların bu savaş oyununa büyüklerden kocaman bir alkış geliyor. Belediye Başkanı “Unutmamak adına, tarihe kayıt düşmek adına bu tiyatral gösterileri sürekli gösterimde tutmaya gayret etmemiz gerekiyor” diyerek kararlılığını ortaya koyuyor. (Nesilden Nesile Nefret/ 25 Şubat 2011 BirGün) Geçtiğimiz yıl bu köşede bunları yazmıştım. Ülkenin nefret ajandasında bir değişiklik yaşanmadığı için, konu hâlâ güncel. Tek yapılması gereken yazıdaki 93. yılı 94 diye değiştirmek...” diyor ve Başkan’ın yukarıda alıntılamış olduğum sözlerini aktararak yazıya devam ediyor. Burada yazısının devamında altını çizdiğim kısımları da aynen aktarıyorum: “Başkan’a göre, kılıçların çekildiği ve düşmanın çarmıha gerilmesiyle son bulan müsamerelerin her yıl yapılması gerekiyor; çünkü dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek için bu gösteriler şart! Sorgulayan, fikir üreten, adaletsizliğe karşı çıkan, hakkını savunan bir nesil kime gerek ki zaten? Onlar ancak böyle kutsal amaçlar için çıkılan yolun taş koyucusu, baş belaları olurlar! Belediye Başkanı Polat, kin ve düşmanlığı körükleyen ifadeler kullandığı konuşmasında  Ermeniler’i düşman, gençleri de düşmanla savaşması gereken askerler olarak tanımlıyor. Ermeniler açık bir şekilde hedef gösteriliyor. Azınlıklar üzerinde haklı bir korku ve endişe yaratan bu kışkırtıcı dilin, önyargı ve düşmanca duyguları besleyerek, işlenen pek çok cinayetin ve gerçekleştirilen sayısız saldırının nedeni olduğu aşikâr. Temelinde önyargı, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık ve ırkçılığın yattığı nefret söylemi muhafazakârlık ve milliyetçiliğin at başı gittiği bu dönemde etkisini de dozajını da artırıyor.”

Bir diğeriyse Kartal’daki liselere İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü talimatıyla ücretsiz dağıtılan Yunus Zeyrek tarafından yazılan “Bu Dosyayı Kaldırıyorum” adlı kitap. “Kendisine hayat veren bütün kültür değerleri yağmalanmış, kendi tarihine yabancı hale getirilmiş, böylece adeta teslim alınmış olan Türk Gençliğine” armağan ettiği kitapta yer alan kimi ifadeler şu şekilde: “Milli hafızanı talan eden işte bu soytarılardır. Atalarının maruz kaldığı haksızlıkları bil! Bil ki bu yerli sülükler, senin bilginle tükensin. Tarihinden habersiz kalırsan milli hafızanı yağmalar ve seni tüketirler.”
aa

Kitapta Ermeni Soykırımı iddiaları işlenirken, “Bu şer çevreleri, işlerine yarayacak adamları da bulabiliyorlar. Dünya Savaşı yıllarında Ermenilerin adeta Türk’ten temizledikleri Ardahan’dan çıkma bir Taner Akçam ve Giritlilerden Halil Berktay adlı vatandaşlarımız da bu koronun elemanı durumundadırlar.” deniliyor. Ece Temelkuran, Orhan Pamuk, Can Dündar, ‘Ermeni Kardeşlerimden Özür Diliyorum’ kampanyasına katılan isimler de hedefinde yer alan isimlerden bazıları. Pek çok gazeteci ve yazarı “İçimizdeki Şeytan, “Gizli Ermeni”, “Sülük”, “Kansız”, “Soysuz” ve “Zıpçıktı Besleme Kalem Takımı” olarak tanımlıyor ve hedef gösteriyor [12], [13].

Son olarak Van'ın Erciş İlçesi'ninin düşman işgalinden kurtuluşunun 94'ncü yıl dönümünün kutlandığı törenlerden “Gerçek mermi kullanıldı” başlıklı bir haberle yazıyı [14] burada noktalıyorum.
ss

"Her yıl olduğu gibi temsili olarak ilçenin Ermenilerden kurtuluş sahnesinin canlandırıldığı kurtuluş törenleri sırasında Erciş Belediyesi'nde temizlik işçisi olarak çalışan ve Ermeni askeri rolünü canlandıran Murat Alpsalaz, yanında patlayan av tüfeklerinin birinden çıkan boş kovanla boynundan yaralandı. Erciş Devlet Hastanesi'ne götürülen Murat Alpsalaz, yapılan müdahalenin ardından taburcu edildi."