25 Mayıs 2012 Cuma

Sisyphos

“The Boatman’s Call” saplantılı bir şekilde dinlediğim Nick Cave albümleri arasında başlarda yer alıyor. 1997 çıkışlı olduğuna göre 15 yıllık olan albümdeki şarkıların hepsi iyi de, bir de kafayı bozduklarım var. “Where do we go now but nowhere?” bunlardan birisi. Daha önce çevirmeye çalıştığım iki Nick Cave şarkısından akıllanmamış olmalıyım ki o nedenle bu şarkıyı da çevirmeye soyundum. Buna ne zaman niyetlendim, çevirmeye ne zaman başladım tam olarak bilemiyorum. Zira üzerinden aylar geçince unutuluyor. Aslında abartıyorum; evet çevirme süreci zor oluyor, tamam. Bunun nedenleri arasında Mr. Cave’in bol metaforlu, farklı okumalara imkân veren belirsiz kelimeler, deyişler kullanmayı tercih etmesi kadar benim bir şeyle uğraşırken çağrışımlardan çağrışımlar beğenip örneğin -çeviri işini yaparken- bir filmdeki bir sahneyi arayışlarım, o sahneden senaryo okumaya geçişim, derken bir bakmışım işi 13. yy. Gregoryen ilâhilerini dinlemeye vardırışım da pekâlâ sayılabilir. Şunu da söyleyeyim, bu sözlerle uğraşmak oldukça keyifli. Çeviri işi pek bana göre değil ya, şarkı sözü çevirmeye çalışırken gerçekten eğleniyorum. Oyun oynamak gibi… Özellikle Nick Cave şarkıları...
 
Şarkının moduna uygun olmayan hafiflikte bir girizgâh oldu, zira sözler olsun müzik olsun gayet karanlık. Şarkının hem İngilizce sözleri hem Türkçe çevirisi aşağıda yer alıyor. Ardından şarkıda geçen bazı kelimeler veya söz öbekleriyle ilgili ayrıntı vermek, yorumda bulunmak istiyorum.        
I remember a girl so very well
The carnival drums all mad in the air
Grim reapers and skeletons and a missionary bell
O where do we go now but nowhere

In a colonial hotel we fucked up the sun
And then we fucked it down again
Well the sun comes up and the sun goes down
Going round and round to nowhere

The kitten that padded and purred on my lap
Now swipes at my face with the paw of a bear
I turn the other cheek and you lay into that
O where do we go now but nowhere

O wake up, my love, my lover wake up
O wake up, my love, my lover wake up

Across clinical benches with nothing to talk
Breathing tea and biscuits and the Serenity Prayer
While the bones of our child crumble like chalk
O where do we go now but nowhere

I remember a girl so bold and so bright
Loose-limbed and laughing and brazen and bare
Sits gnawing her knuckles in the chemical light
O where do we go now but nowhere

You come for me now with a cake that you've made
Ravaged avenger with a clip in your hair
Full of glass and bleach and my old razorblades
O where do we go now but nowhere

O wake up, my love, my lover wake up
O wake up, my love, my lover wake up

If they'd give me my clothes back then I could go home
From this fresh, this clean, antiseptic air
Behind the locked gates an old donkey moans
O where do we go now but nowhere

Around the duck pond we grimly mope
Gloomily and mournfully we go rounds again
And one more doomed time and without much hope
Going round and around to nowhere

From the balcony we watched the carnival band
The crack of the drum a little child did scare
I can still feel his tiny fingers pressed in my hand
O where do we go now but nowhere

If I could relive one day of my life
If I could relive just a single one
You on the balcony, my future wife
O who could have known, but no one

O wake up, my love, my lover make up
O wake up, my love, my lover make up



Bir kız anımsıyorum –çok iyi–
Karnaval davulları çılgınca gümbürderken havada
Ölüm ve iskeletler ve misyoner çan
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Sömürge zamanlarından bir otelde hani, güneşi becermiş
Ve sonra becermiştik tekrar
Heyhat güneş doğuyor ve batıyor
Dönüp duruyor ve dönüyor –hiçbir yere–
Kucağıma yerleşip mırlayan yavru kedi
Şimdi geçiriyor yüzüme pençesini –sanırsın bir ayı pençesi–
Diğer yanağımı çeviriyorum ve onun hakkından da sen geliyorsun
Ah! Hiçbir yere değil ama nereye gidiyoruz şimdi biz?
Ah, uyan aşkım, yârim uyan
Ah, uyan aşkım, yârim uyan
Hastane sıralarında, tek kelime etmeden
Çay, bisküvi ve duayla soluklanır
Çocuğumuzun kemikleri tebeşir gibi ufalanırken
Ah! Hiçbir yere varamasak da nereye gidiyoruz şimdi biz?
Bir kız hatırlıyorum çok cesur ve çok parlak
Sarsak ve neşe veren hem de nasıl cüretkâr ve sade
Oturuyor eklem yerlerini kemirirken yapay ışıkta
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Şimdiyse benim için yaptığın kekle çıkıp geliyorsun
– Saçlarında toka, bitik “intikam peşinde”–
İçi cam dolu ve ağartıcı, eski jilet bıçaklarım bir de
Ah! Varamasak da bir yere, nereye gidiyoruz şimdi böyle?
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Geri verecek olsalardı giysilerimi, gidebilirdim sonunda eve
Bu taze, bu temiz, antiseptik havadan
Kapalı kapılar ötesinde inliyor yaşlı bir eşek
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Ördekli havuzun çevresinde, endişe içinde ümitsiz
Kasavet ve keder içinde dönüp duruyoruz biteviye
Ve o lanetli yazgı bir kez daha, pek de umut olmadan bir de
Dönüp duruyoruz ve dönüyoruz –hiçbir yere–
Balkondan izlemiştik karnaval ekibini
Davulun gümbürtüsü korkutmuştu minik çocuğu ki
Hala hissediyorum elime sıkıca bastırdığı o minnacık parmaklarını
Ah! Hiçbir yere varamasak da nereye gidiyoruz şimdi biz?
Eğer yaşayacak olsam tek bir gününü hayatımın, tekrar,
Sadece tek bir gününü bir daha
Balkonda sen, gelecekteki karım
Ah! Kim bilebilir ki, hiç kimse olsa olsa

Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Şimdi daha detaylı bir çözümlemeyi parçalar halinde yapmak istiyorum. 1. dörtlükle işe başlayayım:
I remember a girl so very well
The carnival drums all mad in the air
Grim reapers and skeletons and a missionary bell
O where do we go now but nowhere
 

Grim reaper için Cambridge Sözlüğü “death thought of in the shape of a skeleton with a large curved tool used for cutting crops.” demiş. (Definition of the grim reaper noun from the Cambridge Advanced Learner's Dictionary & Thesaurus© Cambridge University Press)” 
“Grim reaper”ın bizim kültürümüzde yeri var mı bilemiyorum (sanırsam Hıristiyanlığa özgü bir kavram), ancak ölümlülerin canlarını almakla görevli olması yönünden İslam inancındaki Azrail’le benzerlik gösterdiği aşikâr. Yukarıdaki çeviride denilense hani şu bildiğimiz, elinde tırpanıyla iskelet şeklinde tasvir edilen “Ölüm”. Uzun, siyah, başlığı da olan bir pelerin giydiği ise malûmunuz.  
Şarkıdaki kişi (Nick Cave’in şarkılarının oldukça kişisel olduğunu düşünürsek bizzat kendisi) geçmişe dair bir ‘an’ı hatırlıyor: Bir karnaval görüntüsünün yanı sıra bir kız… Muhtemelen beraber deneyimledikleri bir an. Ancak, belirtmek gerekir ki karnaval sözcüğünün zihinde uyandırdığı eğlence algısına karşıt bir durum söz konusu olan. “Havada gümbürdeyen davullar” insanda gerilim algısı uyandırırken, ardından gelen “ölüm, iskeletler” ve “misyoner çan” imajları ise karanlık havayı daha da pekiştiriyor. Burada sözü geçen “missionary bell” için herhangi bir doyurucu açıklama bulduğum söylenemez. Bu söz öbeğinin benim gözümde canlandırdığı, kiliselerdeki çan kulelerinde yer alan büyük çanlar. Misyonerlerin, insanları Hıristiyanlığa davet etmesi gibi, bu çanlar da sanki kiliseye bir davet niteliği taşımalarıyla –ya da her saat başı çalınarak adeta uhrevi hayatı düşündürdüklerinden– pekâlâ “misyoner çan” olarak adlandırılabilirler gibime geliyor.

Açıkçası bu üçlüyü –Ölüm, iskeletler ve misyoner çan– okur okumaz aklıma Ingmar Bergman’ın Det sjunde inseglet (Yedinci Mühür/The Seventh Seal) isimli müthiş filmi geldi. “Ortaçağda Haçlı Seferleri’nin hüküm sürdüğü ve ‘Kara Ölüm’ olarak da adlandırılan ‘Veba’nın Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemde geçen hikâyede, vebanın insanlığa ‘Tanrı’nın verdiği bir ceza olduğunu düşünen ve kurtuluşun, yeryüzündeki hayattan vazgeçmekle, kendine işkence etmekle ve dünyevi olan her şeye sırt çevirmekle mümkün olduğunu vazeden papazların vebalılar ve insanlarla birlikte kasabalardan, köylerden geçtiği ve halkı onlara katılmaya davet ettiği” oldukça karanlık ve görkemli bir sahne filmin aklıma gelmesinin sebebi. 




Bu sahnede, Grim Reaper olarak adı geçen Ölüm kostümü giymiş insanlar, birbirine ve kendine işkence eden diğerleri, Çarmıh’a gerilmiş bedenler, ağır haçlar altında zorlukla yol alanlar… yer alıyor:
Yukarıda yer alan 2 dk’lık bir sahne; aşağıya daha detaylı ancak uzunca olan başka bir videoyu da ekliyorum izlemek isteyenler için:
Merak edenler için ekleyeyim (takdir edersiniz ki ben ettim, zira dini müzikleri çok severim) sahnede yer alan ilahinin Latince ismi "Dies Irae" olup, 13. yy’a ait bir Latin ilahisi.
Tabi ben ilahinin 1001 versiyonunu dinledim sonrasında, ancak bunları da ekleyip abartmak istemiyorum.   
where do we go now but nowhere”, şarkıda çevirmede en zorlandığım cümle bu oldu. Benim uygun bulduğum birkaç farklı çeviri oldu; bir türlü hangisini kullanacağıma karar veremediğimden, şarkı içinde bu cümlenin geçtiği yerlerde birbirinden farklı çeviriler kullanmayı tercih ettim. Açıkçası birini diğerine tercih edemememin asıl nedeni, çevirinin cümleyi karşılamadığını düşünüyor olmam. Bu nedenle yorumda bulunup beni aydınlatırsanız ya da öneride bulunursanız sevinirim.
Cümleyi çözümlerken sorun teşkil eden olan “(go) nowhere” kısmı.
Bunun için yine Cambridge sözlüğü, resmi olmadığını söylediği bu söz öbeğine dair şu açıklamayı yapmış: get/go nowhere (informal): to fail to make any progress or achieve anything (Türkçe çeviri: hiç bir yere varamamak, bir arpa boyu mesafe alamamak, bir ilerleme kaydetmemek, başaramamak, sonuca ulaşmamak). (Definition of the grim reaper noun from the Cambridge Advanced Learner's Dictionary & Thesaurus© Cambridge University Press)” 
Açıkçası bu kalıp birçok sözlükte yer almıyor. Yukarıda da açıklamayı yaptıktan sonra, bu cümleyle Nick Cave’in söylemek istediğinin, “bir yere varamayacağız; çıktığımız bu yolun sonu yok; ancak nereye gidiyoruz?” demek olduğunu düşünüyorum. Bir sonraki dörtlük de bu düşüncemi doğruluyor gibime geliyor. “Güneşin doğmasından ve batmasından, bunun döngüselliğinden ve bu döngüsellik nedeniyle esas olarak varılacak bir nokta olmadığından (Going round and round to nowhere)” dem vurduğu bu dörtlük, bir yönüyle where do we go now but nowhere” cümlesini daha anlaşılır kılıyor. Burada ayrıca bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Bu şarkının daha birçok Nick C. şarkısında olduğu gibi sözcüklerin esas anlamların ötesinde anlamlar içerdiğini, kullanılan somut bazı kavramların ruha ilişkin şeyleri daha etkili ifade etmenin bir yolu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla “varılacak bir yerin olmadığı yolculukları”yla kastettiğinin, “süre giden ilişkilerinin bir geleceği olmadığına, ilişkinin olanaksızlığına” ya da “aralarındaki problemlerin kısırdöngü halini almasına” dair bir metafor olduğunu düşünüyorum. “Sisyphos”vari bir durum…
İkinci dörtlükle devam ediyorum:
In a colonial hotel we fucked up the sun
And then we fucked it down again
Well the sun comes up and the sun goes down
Going round and round to nowhere
İlk olarak fuck up ve fuck down “phrasal verb” görünümünde olan fiillerle işe başlayalım. “Fuck” fiili -malumunuz- “sikmek, becermek, düzmek, düzüşmek…” anlamları taşıyor. “Fuck down” şeklinde bir kalıp yok; en azından ben herhangi bir sözlük veya forumda bulamadım. “Fuck up” ise “işi berbat etmek, bozmak, içine etmek, yok etmek, mahvetmek, sıçıp sıvamak…” anlamlarına geliyor. Ben burada “fuck up”ı Nick Amca’nın bu anlamlarda kullandığını sanmıyorum. Bu nedenle “becermek” olarak çevirmeyi tercih ettim. Nedenine gelince daha önce de belirttiğim gibi “fuck down” olarak kullanılan bir kalıp yok; burada “down” ve “up” ekleri güneşin doğuşu ve batışında gözlemlediğimiz yükselme ve alçalma haline atfen yapılmış bir sözcük oyunu sanki. Devamında gelen cümle bu yargımı destekliyor gibime geliyor: Well the sun comes up and the sun goes down”. Çeviride hem “fuck up” hem “fuck down” için “becermek” fiilini tercih edişimin nedenine gelirsem alternatif herhangi bir kelimenin “up” ve “down” ilişkisine benzer bir durum yaratmayacağını düşünmem.
Sonuçta dörtlüğü genel olarak yorumladığımda, “sömürge zamanlarından bir otelde güneşi becermek”le kastedilenin, “beraberce geçirdikleri uzun zamanlar” olduğunu düşünüyorum. Hani bizde de derler ya, “akşama kadar konuştuk, güneşi batırdık.”vari bir durum. Ha tabi, burada bir soru haklı olarak sorulabilir, neden “fuck” kullanılmış? Buna verilecek geçerli bir açıklamam yok. Belki de “sonuçsuz tartışmalar, kavgalardır günlerce yaşadıkları”, “Heyhat güneş doğuyor ve batıyor” da “bunların anlamsızlığına, boşunalığına” dairdir, bilemiyorum. “Sömürge zamanlarından bir otel” tasviri bende, uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında, dünyadan yalıtılmış –dünyanın hayhuyundan azade– şekilde konumlanmış bir mekân –evet, zamana değil mekâna dair bir tanımlama olduğunu düşünüyorum– algısı uyandırıyor.
3. dörtlükle devam ediyorum:
The kitten that padded and purred on my lap
Now swipes at my face with the paw of a bear
I turn the other cheek and you lay into that
O where do we go now but nowhere
Bu dörtlükte benim anlamından bihaber olduğum “lay into” kalıbıydı. Cambridge sözlüğü “informal” (günlük dile ait, resmi olmayan) dediği bu kalıp için şu açıklamayı yapmış: lay into sb -phrasal verb- (informal): to attack or criticize someone. (Türkçesi: pataklamak, sille tokat girişmek; verip veriştirmek, azarlamak, acımasızca eleştirmek) (Definition of lay verb from the Cambridge Learner's Dictionary English-Turkish © Cambridge University Press)
Sonuçta, uysal minicik bir kedinin birden değişip ona keskin pençelerini geçirmesi gibi, kızın da ona merhamet göstermediğini, onun da kendisini hırpalamaya devam ettiğini söylüyor. Bu dörtlükte denilmek istenenin açık olduğunu düşündüğümden detaya girmeye gerek görmüyorum. Nakarat kısmını da aynı nedenle geçip 4. dörtlükle devam ediyorum:
Across clinical benches with nothing to talk
Breathing tea and biscuits and the Serenity Prayer
While the bones of our child crumble like chalk
O where do we go now but nowhere?
The Serenity Prayer, teolog Reinhold Niebuhr tarafından yazılmış, aslen adsız olan duanın yaygın olarak kullanılan ismiymiş. Duanın İngilizce çevirisi birçok sitede yer alıyor [1]:
The Serenity Prayer 
God grant me the serenity
to accept the things I cannot change;
courage to change the things I can;
and wisdom to know the difference.
Living one day at a time;
Enjoying one moment at a time;
Accepting hardships as the pathway to peace;
Taking, as He did, this sinful world
as it is, not as I would have it;
Trusting that He will make all things right
if I surrender to His Will;
That I may be reasonably happy in this life
and supremely happy with Him
Forever in the next.
Amen.
Reinhold Niebuhr
Sözler, şarkının anlamına dair ipuçları içerir nitelikte olduğundan ekleme ihtiyacı duydum. Ancak bunu Türkçeye çevirmeden bırakıyorum. Duanın en bilinen hali sadece ilk dizelerden oluşuyormuş:
God grant me the serenity
to accept the things I cannot change;
courage to change the things I can;
and wisdom to know the difference.
Bu kısa bölümü çevirirsem, “Tanrı bana değiştiremeyeceğim şeylere katlanmam için sükûnet; değiştirebileceklerim için cesaret ve farkı anlayabilmem için akıl verdi.” gibi bir anlama geliyor. Bu haliyle İslâm’daki tevekkül anlayışını aklıma getirdiğinden The Serenity Prayer için Sükûnet Duası ya da Huzur Duası yerine Tevekkül Duası denilebilirmiş gibime geliyor. Ben şarkıda sadece “dua” olarak çevirmeyi tercih ettim.
Şarkı sözlerine geri dönersem “hastane sıraları”, aralarındaki geçimsizliğe, problemlere atıfta bulunuyor, “tek kelime etmemeleri”yse iletişimsizliğe. Burada “kemikleri ufalanan çocuk” metaforu bence gözlerinin önünde yıkılan geleceklerine bir gönderme. Gelecekleri gözlerinin önünde ufalanırken, çözüme dair ellerinden bir şey gelmiyor: tek yaptıkları hayatlarını idame ettirmeye çalışmak. “Breathing tea and biscuits and the Serenity Prayer” dizesiyle bu ifade edilmeye çalışılıyor, ya da bu sıkıntılı durumda zaman zaman olsa da nefes almaları bir başka deyişle anlık da olsa rahatlamaları.
5. dörtlük de, bir önceki dörtlüğün devamı niteliğinde:
I remember a girl so bold and so bright
Loose-limbed and laughing and brazen and bare
Sits gnawing her knuckles in the chemical light
O where do we go now but nowhere
chemical light” bir önceki dörtlükte adı geçen hastane metaforunu tamamlayan bir kavram, bu daha önce de söylediğim gibi ilişkilerindeki problemlere dair bir gönderme. “Sits gnawing her knuckles” Nick Cave’in kızın çaresizliğini ifade ediş şekli. Sonuçta bu dörtlükte, Nick Amca, “geçmişte ne kadar hayat dolu olduğunu, onu çevreleyen bu parıltının tüm çevresini sarıp kuşattığını” söylediği kızın, şimdi çaresizlik içinde olduğunu anlatıyor bize.
3. dörtlükte kedi benzetmesiyle de desteklenen, kızın ona merhamet etmemesi olgusu, aşağıdaki dörtlükle daha da açık bir hal alıyor:
You come for me now with a cake that you've made
Ravaged avenger with a clip in your hair
Full of glass and bleach and my old razorblades
O where do we go now but nowhere
Burada, kızın ilişkilerindeki sorunun kaynağı olarak onu görmesi “ravaged avanger” tanımlamasıyla ifade ediliyor; onu suçladığı için, intikam almaya çalışıyor. Kızın “içi ağartıcı (çamaşır suyu), cam ve eski tıraş bıçaklarıyla dolu kek”le ona gelmesi, intikam duygusunu belirtmek amacıyla kullandığı metaforlar. Fazla söze gerek yok buradaki kekin hayali bir kek olduğu malûm.
If they'd give me my clothes back then I could go home
From this fresh, this clean, antiseptic air
Behind the locked gates an old donkey moans
O where do we go now but nowhere
7. dörtlükte geçen  “… this fresh, this clean, antiseptic air” yani “… bu taze, bu temiz, antiseptik hava…” ile resmettiği hastane ortamı, yine ilişkilerindeki sorunlara gönderme. “Geri verecek olsalardı giysilerimi, gidebilirdim sonunda eve” dizesinde “giysilerini ona geri vermemeleri” ifadesi savunmasızlığını, çaresizliğini belirtiyor olabilir. “Kapalı kapılar ötesinde inleyen yaşlı bir eşek” ise hapsolunmuşluğunu oldukça lirik bir tanımlamayla ifade ediyor.
8. dörtlükte, “umutsuzca çırpınışları, onları bekleyen lanetli akıbetin her seferinde tekrarlanışı” oldukça etkili ve edebi bir dille ifade edilmiş. Kısırdöngü halini alan bu durum adeta sözcüğün gerçek manasıyla “resmedilmiş”. Dante’nin dediği gibi, ilişkileri çıkmaz sona mahkûm kılınmış adeta:
“Geri dönmek isteyenin ötesine geçmemesi gereken bölgesine ayak bastım hayatın.”
Dante/İlahi Komedya
Around the duck pond we grimly mope
Gloomily and mournfully we go rounds again
And one more doomed time and without much hope
Going round and around to nowhere
9. dörtlükte, şarkının en başında resmedilen mekâna geri dönülüyor:
From the balcony we watched the carnival band
The crack of the drum a little child did scare
I can still feel his tiny fingers pressed in my hand
O where do we go now but nowhere
“Balkondan izlenen karnaval”ın, “gümbürdeyen davullar”ın metafor olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Bu dörtlük, ilk dörtlükle zihnimizde uyanan “ilişkilerindeki problemlerin başlangıcının o metaforik anda ve mekânda gizli olduğu düşüncesi”ni güçlendiriyor. “Gümbürdeyen davulun korkuttuğu çocuk” imgesi bu düşüncenin altını çiziyor.
Son dörtlükte de artık bir hayalden öteye gitmeyen gelecek tasavvurunun o biricik anda gizli olduğu ve bu geleceğin o an yıkılmış olduğu, filmi geri sarıp bu ana geri dönmenin ve yaşanmış olan her neyse onu değiştirmenin tek isteği olduğu ifade ediliyor:
If I could relive one day of my life
If I could relive just a single one
You on the balcony, my future wife
O who could have known, but no one
Bu detaylı açıklamalar, benim şarkı sözlerini algılayış biçimime dair. Şarkı Nick Cave’in –bence- en hüzünlü albümlerinden olan “The Boatman’s Call”un en hüzünlü şarkılarından. İlişkileri gözleri önünde parçalanan bir çiftin, umutsuz ve sonuçsuz çabalarının metaforlarla anlatıldığı bu şarkıda bahsetmediğim tek şey “O wake up, my love, my lover wake up /O wake up, my love, my lover wake up” (“Ah, uyan sevgilim, yârim uyan / Ah, uyan sevgilim, yârim uyan”) dizeleri. Bu da aşkın, tüm yenilgilere rağmen umut etmeyi sürdüren, olanaksızlığını bildiği halde o eski mutlu günlere dönmeyi hayal etmekten vazgeçmeyen doğası değil mi zaten?

Hiç yorum yok: