20 Aralık 2011 Salı

Şapparig*

Kırık düven
                                    Hrant’a

Eşyanın yüzü suyu hürmetine
diye başlar hikâye.
İnsanların sıfırlandığı o yerde
bir masalı mesken tutar tarifsiz gerçekler.

Vardırmayan yollara çıkarken kafile
Ermeni usta düveninin derdindeymiş
Kolundan çekiştirenlere inat
bozmamış istifini rivayete göre
“Ne yani, biz gittik diye
lazım olmayacak mı bu düven?”
Düveni onarmış da öyle yitmiş bir çölde.

Sonrasını düven anlatır
Susunca insan, eşyaya geçer lâl söz
Yıllarca işlemenin gururuyla
“Beni eline alanlar” der,
“hayat tamiratını da andı ustamın”
Emanet düven kadar emanet çocuk ve kadın vardı hem
Yola koyduranlar yanında
Yaşatanlar da bu topraklarda 
Çünkü sürekliydi hayat
Zorlama ölümlere inat, dirhem dirhem.

Yıllar yıllar sonra o düvenin masalını anlatan dağ adam,
yitenleri can değil rakam sayanlara nisbet
kalanları saydam, 
lâl zamanları söze nadas kılan bağ adam,
kentin orta yerindeki o kaldırımı 
nar kırmızı boyadığında kanıyla...

Kurşunların mumların
karanfillerin resimlerin arasına
Bir de düven koydular dedesinden yadigâr

Kırılmıştı yine düven
Vefasını beklemekten

Karin Karakaşlı

Yazıya bu şiirle başlamayı tercih etmem boşuna değil elbet. Bir şeyleri aktarmada edebiyat dilinin, siyaset dilinden daha etkili olduğunu düşündüğümden... Yazıya öfkenin hakim olmasını istemediğimden… Brecht’in ‘Gelecek Kuşaklara’ adlı şiirindeki [1] “Kötülüğe karşı duyulan nefret yüzünü çirkinleştirir insanın/Haksızlığa karşı bağırmak sesini kabalaştırır.” dizelerini akılda tutmanın gerekliliğini bildiğimden… Yoksa yazı boyunca da göreceksiniz ki acımasızlık, düşmanlık ve nefret karşısında öfkenize hakim olmak pek de kolay değil. Karin Karakaşlı’nın şiiri işte tam da bunu gerçekleştiriyor. Acıyı, dramatikleştirmeden, hayatı kutsamayı elden bırakmadan, 100 yıllık bir tarihi de kapsayarak anlatıyor.





















Bu yazıyı yazmaya Cuma mesai bitimine doğru “Ogün Samast’ın “terör örgütüne üye olmak suçundan tutukluluk halinin kaldırılmasına hükmedildi.” haberini [2] gördüğümde karar verdim. “Samast hakkında suç işlemek amacıyla örgüte üye olma suçunun niteliğine, yargılamanın gelmiş olduğu aşamaya, bu suç yönünden İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesindeki dosyanın yargılama sürecinin bekleniyor olmasına, tasarlayarak insan öldürme suçundan hüküm ile birlikte tutukluluk halinin devamına karar verilerek hükmen tutuklu halde bulunmasına, tutuklulukta geçen süreye, 6008 sayılı yasa ile çocuklar hakkında yapılan değişiklik hükümlerine göre örgüte üye olma suçundan tutukluluk halinin kaldırılmasına”  karar verilmişti. Zaten davanın başından beri işler iyi gitmiyordu. Aksi yönde birçok delil olmasına rağmen suç birkaç kişinin üzerine yıkılıyor, dahli olanlar bırak yargılanmayı adeta ödüllendiriliyordu. Olayda dahli olan milletvekilinin bakan, valinin milletvekili, emniyet müdürünün vali olması ilk elden aklıma gelenler. Davanın geldiği aşamanın bende yarattığı yılgınlık hissi her şeyin boşunalığını başıma kakar gibiydi. İçimden bir şey yapmak, ya da okumak ya da konuşmak gelmiyordu. Nitekim davanın başından beri düzenli olarak gittiğim, duruşma günlerinde gerçekleşen Beşiktaş Adliyesi önündeki buluşmaların son ikisine katılmadım.

Dediğim gibi, haberi görünce bu yazıyı yazmam gerektiğini düşündüm. Aklıma ilk olarak Ümit Kıvanç’ın 19 Ocak’tan 19 Ocak’a adlı belgeseli geldi. Bir yandan ona bakarken, bir yandan Bianet'te Tililili projesi için sanatçılar ve gazeteciler tarafından seslendirilen 19 Hrant Dink yazısını dinlemeye başladım.

“19 Ocak’tan 19 Ocak’a” belgeselini 12. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’nde izlemiştim ilk olarak. Hrant Dink cinayetinden sonraki ilk 2 yıllık süreci anlatan bu film esasında 2 parçadan oluşuyor. 18 dakika kadar süren ilk bölüm, cinayetin ardından 2007 sonuna kadarki süreci,  26 dakika kadar süren 2. bölümse 2008 yılı boyunca devam eden süreci anlatıyor.

1. bölüm Derya Alabora’nın şu sözleriyle son buluyor:

Bu dava bizim için arkadaşımızın güler yüzlü cesaretine, samimiyetine, inancına sahip çıkma davasıdır. Onun ruhunu -biraz olsun- huzura kavuşturma davasıdır. Aynı zamanda bu memleketin onur davasıdır. Arkadaşımızı katleden şebekenin ortaya çıkarılmasını ve cezalandırılmasını sağlayabilirsek Hrant’ın en çok istediği şeylerden birini başarmış olacağız. Bu memleket ırkçı katillere ve görevlerini onları korumak için kötüye kullananlara ait değil, bunu göstermiş olacağız.
Bizim buralarda insanca talepleri yok etmenin esas yolu süründürme, usandırma, ruh kurutmadır. Hrant’ın katillerinin yargılandığı davanın bu yola sokulmasını önlemek için, duruşma günlerinde adalet isteğimizi ete kemiğe büründürmeliyiz. Orada olmalıyız.

2. bölümse yine Derya Alabora’nın sözleriyle noktalanıyor::

Moral bozucu değil mi bütün bunlar? Zamanın vicdanları aşındıracağını bilenlerin oyunları… Adalet hep uzaklarda kalsın isteyenlerin... Biz adalet istemeye devam edeceğiz. Arkadaşımızı öldürttüler. Vicdanı ancak adalet tatmin eder. Memleketin vicdanı da adalet duygusuyla yıkansın istiyoruz. Adalet istiyoruz. Başka türlüsünü... Bilemiyoruz.

Bu sözler tam da hissettiğim yılgınlık haline yanıt gibiydi. Dolayısıyla video metninin bu kısımlarını deşifre edip, yazdım. Ve bu yılgınlık hissine kapılmaya hakkım olmadığını düşündüm. Hrant, her türlü haksızlığa, yıldırma çabalarına cesurca direnmişti. Yazıyı yazmaya oturduğumda uzun zamandan sonra tekrar okuduğum, dinlediğim yazıları ölümüyle ne büyük bir boşluk yarattığını, bu boşluğu -belki biraz olsun- hep mücadele ettiği bu haksızlıkları usanmadan haykırarak, adaletin gerçekleşmesi için mücadele ederek doldurabileceğimiz gerçeğini ve yılgınlığa kapılmanın yakışıksızlığını göstermişti bana. Hrant, yaşamı gibi ölümüyle de  öğretmeye devam ediyordu. Belgeselde, cinayet sonrası yaşananlar, yargılama süreci... bu ülkede süre giden adaletsizliklerin bir temsilini oluşturuyordu.

Videonun [3] tamamı 45 dakika ve bu 2 yıllık süreci oldukça başarılı bir şekilde aktarıyor:

Ümit Kıvanç, “19 Ocak’tan 19 Ocak’a” İzlemek için tıklayın.





















Tililili projesi kapsamında Tuncel Kurtiz tarafından seslendirilen, Hrant Dink’in ölmeden önce yayımlanan son yazısı  olan ve "Türklüğe hakaret suçlamasıyla yargılanmasını, 301'den hüküm giymesine giden süreci, nasıl hedef haline getirildiğini" anlattığı “Ruh halimin güvercin tedirginliği”nin tam metnini -okumak isteyenler için- ayrıca ekler kısmına ekledim.

Tuncel Kurtiz, "Ruh halimin güvercin tedirginliği" (19 Ocak 2007) Dinlemek için tıklayın.

Karin Karakaşlı'nın şiiriyle başladım yazıya, Hrant Dink'in kendi sesinden bir hikâyeyle bitirmek istiyorum. Anlattığı  hikâyeyinin metnini, bir web sitesinde [4] buldum, birisi deşifre edip, eklemiş. Hikâye tekrar tekrar okunası, Hrant'ın sesinden dinlenesi, herkese dinletilesi...

Hrant Dink, "Su çatlağını buldu"  Dinlemek için tıklayın.

Su Çatlağını Buldu
“Sivas’ın bir gün hangi kazasından olduğunu bilmiyorum, yaşlı bir bey beni telefonla aradı. Dedi ki ‘Oğul dedi seni aradık seni bulduk, burada bir tane yaşlı bir kadın var, herhal sizdendir bu dedi. Allah’ın rahmetine kavuştu. Bunun yakınını falan bulursanız gönderin, gelip alsınlar ya da biz burada namazımızı kılıp gömeceğiz. ‘Peki dedim amca ararım’ .
Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya gezmeye gitmiş. Aradım, 10 dakika içinde buldum, biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü 10 dakika içinde buldum. Gittim dükkanlarına dedim ‘Böyle birini tanır mısınız? ’ Adını verdim, yaşlı bir kadın döndü, ‘Benim anamdır’ dedi, birden. Dedim ‘Valla böyle böyle senin anan nerde? ’ Fransa’da yaşar, …abi dedi o dedi senede 3-4 kere dedi Türkiye’ye gelir ama İstanbul’a ya uğrar ya uğramaz, kalkar köyüne gider dedi terkettiğimiz köyüne gider dedi. Dedim böyle böyle kalk git, gitti.
Ertesi gün bana bir telefon açtı. Bulmuş, tespit etmiş anasını, ağladı birden. Peki getiriyor musun naaşını? Burda mı gömeceksin? ‘Abi’ dedi ‘Ben getirecem ama burada bir amca var ’ dedi ve telefonu ağlamaya… amcaya ver dedim. Aldı telefonu, ‘Amca niye ağlatıyosun?’ ‘Oğlum’ dedi ‘Bir şey demedim ben’ dedi. ‘Dedim ki, kızım anandır, malındır, ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün… Su çatlağını buldu’ dedim. Ben döküldüm, orda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten döküldüm, bu algılamadan döküldüm.
Evet, su çatlağını bulmuştu. ‘Doğrudur hanfendi Ermenilerin hakikaten bu dünyada gözü… bu ülkede gözü var, bu topraklarda gözü var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlıyım. Tam o sırada Sayın Cumhurbaşkanı Demirel “Ermenilere üç çakıl taş bile vermeyiz” diye bir laf etmişti. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki “Evet biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var, var çünkü kökümüz burda ama merak etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için…’
Teşekkür ediyorum.”
            Hrant Dink 




* Şapparigce, Hrant’ın AGOS’taki köşesinin adı. “Şapparig”in anlamı için 02.04.1999 tarihli “Bu köşedeki adam” [] yazısının bir kısmını alıntılıyorum. Tililili projesi içinse yazıyı Nejat İşler seslendirmiş. Yazının tamamını, ekler kısmında bulabilirsiniz.     

"… Oysa yazarlık ciddi iştir. Önce oturaklı bir köşe adı gerektirir. Şimdi de tutmuş "Şapparig" diye anlamı belirsiz bir kelime türetmiş, getirip hinine oturtmuştur. Ama ne yapsın ki bu garip lafı bu garip kul kendi üretmemiştir. Ümit Kıvanç denen usta yakıştırmıştır. Onun da kabulüdür. "Şapparig" ne midir? Bu köşedeki adamı yakından tanıyanlar bilir. Pervasızın tekidir. İnsanlarla ilişkisinde ölçüsüzdür. Sevdi mi kötü sever, sövdü mü kötü söver.
Özellikle "Can" bildiği dostlarıyla karşılaşmasın, "Canı karpuz çekmiş Diyarbakırlı" gibi onlara sarılıp "Şapur şupur" öpmesi pervasızlığının çok önemli bir işaretidir. Orada birileri varmış, orası ciddi bir yermiş, ırgalamaz. Tüm köylülüğü ve "Celloluğu"yla "Hemcins- karşı-cins" demez şapur şupur öper. Bastırır göğsüne canlarını doyasıya... Hesapsızca.
Yaşça küçükleri ona "Ahparig" (Ağabey) diye hitap ederken, Ümit Kıvanç bu pervasızlığından ötürü "Şapparig" der kendisine. İşte bu adam bundan böyle yine bildiğince, yine hesapsızca, sevdiklerini şap şap öpecek, dövüşeceklerine de şap şap sövecektir köşesinde...
Şapparigce..."
Hrant Dink

Nejat İşler, " Bu köşedeki adam" (02.04.1999) Dinlemek için tıklayın.

Kaynaklar:

[1] Yıldırım Türker, Şahane Münzevi, 12.07.2008, RADİKAL

[2] http://bianet.org/bianet/diger/134823-samastin-tutukluluk-halinin-kaldirilmasina

[3] http://vimeo.com/8574224

[4] http://www.dismenore.com/post/1123699207/hrant-dink-su-catlagini-buldu

Ekler:

Ruh halimin güvercin tedirginliği
Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.
Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkûmiyetime karar verdi.
Mahkûmiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.
Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
"Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş hapse girmiş biri var mı?"
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
İşte size bedel... İşte size bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
O noktada hep çaresiz kaldım.
"Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.

İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan'a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
Hrant Dink (19 Ocak 2007)

Bu köşedeki adam 
Bu köşedeki adam 5 Nisan 1996'da bu köşedeki logosundan "Birdirbir" diyerek başladı yazmaya. İkinci yıl "İkidiriki" deyip, üçüncü yılını da "Üçdürüç" ile tamamladı sonunda. Sırada "Dörtte dört" demek vardı lakin "Allahın hakkı üçdür" deyip bu diziyi bu noktada kesti işte. Niye kesti? Anlatayım.
Başlangıçta AGOS'a 3 ay, olmadı 6 ay, daha sonra bir yıl gibi ömür biçenler herhalde hayal kırıklığına uğramışlardır. Bu köşedeki adam hiç unutmuyor, hakkında olumsuz yazı yazdığı kişinin telefonda kendisine: "Ben sizin altı ay sonra boyunuzun ölçüsünü görürüm, kapatıldığınızda kaçacak delik arayacaksınız" dediği günü. Umursamadı bu gevezeleri. Doğru bildiği yolda gitti. O gün bugündür gazetenin yayın hayatını da kazasız belasız sürdürdü. Son olarak da bildiğiniz gibi AGOS DGM'de yargılandı ve beraat etti. Bu köşedeki adam der ki "DGM beraati AGOS'un rüştünü ispat ettiği, diğer bir ifadeyle de iradesinin test edildiği en ciddi deneyimi oldu."
Bu köşedeki adam aslında bir yazar değil. Hele hele gazetecilikle üç yıl öncesine kadar uzaktan yakından bir ilgisi olmamıştır. Çok okumayı sevmekten başkaca bir iddiası yoktur. Dilbilgisi kurallarının ihlali, bozuk cümleler, en fazla tashih hataları hep onun yazısında olur. Genellikle konuştuğu gibi yazar, edebiyatçı yanı güçlü değildir. Ne yazarlığın tekniğini bilir, ne de bu mesleğin okulunu okumuştur. Kaptığı köşeye dikkat etmek bile bu konudaki iddiasızlığının bir ölçüsüdür; "Devam sayfasının köşe yazanı". Devam sayfası dediğiniz ana sayfalardan artakalmış fazla yazıların sıkıştırıldığı sayfa değil midir? Her hafta yaptığı şey, sayfa sekreterinin yazı fazlalarını ve ilanları sayfaya yerleştirdikten sonra kendisine bıraktığı boş alanı kadar bir şeyler karalayarak doldurmaktan ibarettir. Sayfa sekreteri "İşte bu kadar yazacaksın" der, o da o hafta o kadarcık yarenleşir okurlarıyla. Yer kalmadığında yazı yazmadığı çok olmuştur.
Bu köşedeki adamın hali böyleyken logosunda kâh "Birdirbir" oynaması, kafasına esince de logosuna "Şapparig" oturtması normal karşılanmalıdır. Hani bir laf var ya "Delidir ne yapsa yeridir" diye ... E vallahi o laf bu köşedeki adam için edilmiştir. Oysa yazarlık ciddi iştir. Önce oturaklı bir köşe adı gerektirir. Şimdi de tutmuş "Şapparig" diye anlamı belirsiz bir kelime türetmiş, getirip hinine oturtmuştur. Ama ne yapsın ki bu garip lafı bu garip kul kendi üretmemiştir. Ümit Kıvanç denen usta yakıştırmıştır. Onun da kabulüdür. "Şapparig" ne midir? Bu köşedeki adamı yakından tanıyanlar bilir. Pervasızın tekidir. İnsanlarla ilişkisinde ölçüsüzdür. Sevdi mi kötü sever, sövdü mü kötü söver.
Özellikle "Can" bildiği dostlarıyla karşılaşmasın, "Canı karpuz çekmiş Diyarbakırlı" gibi onlara sarılıp "Şapur şupur" öpmesi pervasızlığının çok önemli bir işaretidir. Orada birileri varmış, orası ciddi bir yermiş, ırgalamaz. Tüm köylülüğü ve "Celloluğu"yla "Hemcins- karşı-cins" demez şapur şupur öper. Bastırır göğsüne canlarını doyasıya... Hesapsızca.
Yaşça küçükleri ona "Ahparig" (Ağabey) diye hitap ederken, Ümit Kıvanç bu pervasızlığından ötürü "Şapparig" der kendisine. İşte bu adam bundan böyle yine bildiğince, yine hesapsızca, sevdiklerini şap şap öpecek, dövüşeceklerine de şap şap sövecektir köşesinde...
Şapparigce...
Hrant Dink (2 Nisan 1999)

1 yorum:

Neriman dedi ki...

Gözyaşlarına hakim olarak bu yazıyı bitirebilmek imkansızın çok ötesinde. Çok karışık duygular içindeyim, bir yandan acıdan eziliyor içim bir yandan öfkeleniyorum, öfkem katlanarak artıyor neden sorusunun etrafında, bir yandan... Neyse, çok çok üzücü, çok acıtıcı her şey, ne denilebilir ki ne dense densin kim yerine koyabilir o güvercinin kalbini yerine?