“The Boatman’s Call” saplantılı bir
şekilde dinlediğim Nick Cave albümleri arasında başlarda yer alıyor. 1997
çıkışlı olduğuna göre 15 yıllık olan albümdeki şarkıların hepsi iyi de, bir de
kafayı bozduklarım var. “Where do we go
now but nowhere?” bunlardan birisi. Daha önce çevirmeye çalıştığım iki Nick
Cave şarkısından akıllanmamış olmalıyım ki o nedenle bu şarkıyı da çevirmeye
soyundum. Buna ne zaman niyetlendim, çevirmeye ne zaman başladım tam olarak
bilemiyorum. Zira üzerinden aylar geçince unutuluyor. Aslında abartıyorum; evet
çevirme süreci zor oluyor, tamam. Bunun nedenleri arasında Mr. Cave’in bol
metaforlu, farklı okumalara imkân veren belirsiz kelimeler, deyişler kullanmayı
tercih etmesi kadar benim bir şeyle uğraşırken çağrışımlardan çağrışımlar
beğenip örneğin -çeviri işini yaparken- bir filmdeki bir sahneyi arayışlarım, o
sahneden senaryo okumaya geçişim, derken bir bakmışım işi 13. yy. Gregoryen ilâhilerini
dinlemeye vardırışım da pekâlâ sayılabilir. Şunu da söyleyeyim, bu sözlerle
uğraşmak oldukça keyifli. Çeviri işi pek bana göre değil ya, şarkı sözü
çevirmeye çalışırken gerçekten eğleniyorum. Oyun oynamak gibi… Özellikle Nick
Cave şarkıları...
Şarkının moduna uygun olmayan hafiflikte bir girizgâh oldu,
zira sözler olsun müzik olsun gayet karanlık. Şarkının hem İngilizce sözleri
hem Türkçe çevirisi aşağıda yer alıyor. Ardından şarkıda geçen bazı kelimeler
veya söz öbekleriyle ilgili ayrıntı vermek, yorumda bulunmak istiyorum.
I
remember a girl so very well
The carnival drums all mad in the air
Grim reapers and skeletons and a missionary bell
O where do we go now but nowhere
In a colonial hotel we fucked up the sun
And then we fucked it down again
Well the sun comes up and the sun goes down
Going round and round to nowhere
The kitten that padded and purred on my lap
Now swipes at my face with the paw of a bear
I turn the other cheek and you lay into that
O where do we go now but nowhere
O wake up, my love, my lover wake up
O wake up, my love, my lover wake up
Across clinical benches with nothing to talk
Breathing tea and biscuits and the Serenity
Prayer
While the bones of our child crumble like chalk
O where do we go now but nowhere
I remember a girl so bold and so bright
Loose-limbed and laughing and brazen and bare
Sits gnawing her knuckles in the chemical light
O where do we go now but nowhere
You come for me now with a cake that you've made
Ravaged avenger with a clip in your hair
Full of glass and bleach and my old razorblades
O where do we go now but nowhere
O wake up, my love, my lover wake up
O wake up, my love, my lover wake up
If they'd give me my clothes back then I could
go home
From this fresh, this clean, antiseptic air
Behind the locked gates an old donkey moans
O where do we go now but nowhere
Around the duck pond we grimly mope
Gloomily and mournfully we go rounds again
And one more doomed time and without much hope
Going round and around to nowhere
From the balcony we watched the carnival band
The crack of the drum a little child did scare
I can still feel his tiny fingers pressed in my
hand
O where do we go now but nowhere
If I could relive one day of my life
If I could relive just a single one
You on the balcony, my future wife
O who could have known, but no one
O wake up, my love, my lover make up
O wake up, my love, my lover make up
Bir kız anımsıyorum –çok iyi–
Karnaval davulları çılgınca gümbürderken havada
Ölüm ve iskeletler ve misyoner çan
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Sömürge zamanlarından bir otelde hani,
güneşi becermiş
Ve sonra becermiştik tekrar
Heyhat güneş doğuyor ve batıyor
Dönüp duruyor ve dönüyor –hiçbir yere–
Kucağıma yerleşip mırlayan yavru kedi
Şimdi geçiriyor yüzüme pençesini –sanırsın bir ayı pençesi–
Diğer yanağımı çeviriyorum ve onun hakkından da sen geliyorsun
Ah! Hiçbir yere değil ama nereye gidiyoruz şimdi biz?
Ah, uyan aşkım, yârim uyan
Ah, uyan aşkım, yârim uyan
Hastane sıralarında, tek kelime etmeden
Çay, bisküvi ve duayla soluklanır
Çocuğumuzun kemikleri tebeşir gibi ufalanırken
Ah! Hiçbir yere varamasak da nereye gidiyoruz şimdi biz?
Bir kız hatırlıyorum çok cesur ve çok
parlak
Sarsak ve neşe veren hem de nasıl cüretkâr ve sade
Oturuyor eklem yerlerini kemirirken yapay ışıkta
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Şimdiyse benim için yaptığın kekle çıkıp
geliyorsun
– Saçlarında toka, bitik “intikam peşinde”–
İçi cam dolu ve ağartıcı, eski jilet bıçaklarım bir de
Ah! Varamasak da bir yere, nereye gidiyoruz şimdi böyle?
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Geri verecek olsalardı giysilerimi,
gidebilirdim sonunda eve
Bu taze, bu temiz, antiseptik havadan
Kapalı kapılar ötesinde inliyor yaşlı bir eşek
Ah! Sonu olmayan bir yolda, nereye gidiyoruz şimdi biz?
Ördekli havuzun çevresinde, endişe içinde
ümitsiz
Kasavet ve keder içinde dönüp duruyoruz biteviye
Ve o lanetli yazgı bir kez daha, pek de umut olmadan bir de
Dönüp duruyoruz ve dönüyoruz –hiçbir yere–
Balkondan izlemiştik karnaval ekibini
Davulun gümbürtüsü korkutmuştu minik çocuğu ki
Hala hissediyorum elime sıkıca bastırdığı o minnacık parmaklarını
Ah! Hiçbir yere varamasak da nereye gidiyoruz şimdi biz?
Eğer yaşayacak olsam tek bir gününü
hayatımın, tekrar,
Sadece tek bir gününü bir daha
Balkonda sen, gelecekteki karım
Ah! Kim bilebilir ki, hiç kimse olsa olsa
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Ah, uyan sevgilim, yârim uyan
Şimdi daha detaylı bir çözümlemeyi parçalar halinde yapmak
istiyorum. 1. dörtlükle işe başlayayım:
I remember a girl so very well
The carnival drums all mad in the air
Grim reapers and skeletons and a missionary bell
O where do we go now but nowhere
Grim reaper için Cambridge Sözlüğü “death
thought of in the shape of a skeleton with a large curved tool used
for cutting crops.” demiş. (Definition of the grim reaper noun from the Cambridge Advanced
Learner's Dictionary & Thesaurus© Cambridge University Press)”
“Grim reaper”ın bizim kültürümüzde yeri var mı bilemiyorum
(sanırsam Hıristiyanlığa özgü bir kavram), ancak ölümlülerin canlarını almakla
görevli olması yönünden İslam inancındaki Azrail’le benzerlik gösterdiği aşikâr.
Yukarıdaki çeviride denilense hani şu bildiğimiz, elinde tırpanıyla iskelet
şeklinde tasvir edilen “Ölüm”. Uzun, siyah, başlığı da olan bir pelerin giydiği
ise malûmunuz.
Şarkıdaki kişi (Nick Cave’in şarkılarının oldukça kişisel
olduğunu düşünürsek bizzat kendisi) geçmişe dair bir ‘an’ı hatırlıyor: Bir
karnaval görüntüsünün yanı sıra bir kız… Muhtemelen beraber deneyimledikleri
bir an. Ancak, belirtmek gerekir ki karnaval sözcüğünün zihinde uyandırdığı
eğlence algısına karşıt bir durum söz konusu olan. “Havada gümbürdeyen davullar” insanda gerilim algısı uyandırırken,
ardından gelen “ölüm, iskeletler” ve “misyoner çan” imajları ise karanlık
havayı daha da pekiştiriyor. Burada sözü geçen “missionary bell” için herhangi bir doyurucu açıklama bulduğum söylenemez.
Bu söz öbeğinin benim gözümde canlandırdığı, kiliselerdeki çan kulelerinde yer
alan büyük çanlar. Misyonerlerin, insanları Hıristiyanlığa davet etmesi gibi,
bu çanlar da sanki kiliseye bir davet niteliği taşımalarıyla –ya da her saat
başı çalınarak adeta uhrevi hayatı düşündürdüklerinden– pekâlâ “misyoner çan”
olarak adlandırılabilirler gibime geliyor.
Açıkçası bu üçlüyü –Ölüm, iskeletler
ve misyoner çan– okur okumaz aklıma Ingmar
Bergman’ın Det sjunde inseglet (Yedinci Mühür/The Seventh Seal) isimli müthiş
filmi geldi. “Ortaçağda Haçlı Seferleri’nin hüküm sürdüğü ve ‘Kara Ölüm’ olarak
da adlandırılan ‘Veba’nın Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemde geçen hikâyede,
vebanın insanlığa ‘Tanrı’nın verdiği bir ceza olduğunu düşünen ve kurtuluşun, yeryüzündeki
hayattan vazgeçmekle, kendine işkence etmekle ve dünyevi olan her şeye sırt
çevirmekle mümkün olduğunu vazeden papazların vebalılar ve insanlarla birlikte
kasabalardan, köylerden geçtiği ve halkı onlara katılmaya davet ettiği” oldukça
karanlık ve görkemli bir sahne filmin aklıma gelmesinin sebebi.
Bu sahnede,
Grim Reaper olarak adı geçen Ölüm kostümü giymiş insanlar, birbirine ve kendine
işkence eden diğerleri, Çarmıh’a gerilmiş bedenler, ağır haçlar altında
zorlukla yol alanlar… yer alıyor:
Yukarıda yer alan 2 dk’lık bir sahne; aşağıya daha detaylı
ancak uzunca olan başka bir videoyu da ekliyorum izlemek isteyenler için:
Merak edenler için ekleyeyim (takdir edersiniz ki ben ettim,
zira dini müzikleri çok severim) sahnede yer alan ilahinin Latince ismi "Dies
Irae" olup, 13. yy’a ait bir Latin ilahisi.
Tabi ben ilahinin 1001 versiyonunu dinledim sonrasında, ancak
bunları da ekleyip abartmak istemiyorum.
“where do we go now but nowhere”, şarkıda çevirmede en zorlandığım cümle bu
oldu. Benim uygun bulduğum birkaç farklı çeviri oldu; bir türlü hangisini kullanacağıma
karar veremediğimden, şarkı içinde bu cümlenin geçtiği yerlerde birbirinden
farklı çeviriler kullanmayı tercih ettim. Açıkçası birini diğerine tercih
edemememin asıl nedeni, çevirinin cümleyi karşılamadığını düşünüyor olmam. Bu
nedenle yorumda bulunup beni aydınlatırsanız ya da öneride bulunursanız
sevinirim.
Cümleyi çözümlerken sorun teşkil eden olan “(go) nowhere”
kısmı.
Bunun için yine Cambridge sözlüğü, resmi olmadığını söylediği
bu söz öbeğine dair şu açıklamayı yapmış: get/go nowhere (informal):
to fail to make any progress or achieve anything
(Türkçe çeviri: hiç bir yere
varamamak, bir arpa boyu mesafe alamamak, bir ilerleme kaydetmemek,
başaramamak, sonuca ulaşmamak). (Definition of the grim reaper noun from the Cambridge Advanced
Learner's Dictionary & Thesaurus© Cambridge University Press)”
Açıkçası bu kalıp birçok sözlükte yer almıyor. Yukarıda da
açıklamayı yaptıktan sonra, bu cümleyle Nick Cave’in söylemek istediğinin, “bir yere varamayacağız; çıktığımız bu yolun
sonu yok; ancak nereye gidiyoruz?” demek olduğunu düşünüyorum. Bir sonraki dörtlük
de bu düşüncemi doğruluyor gibime geliyor. “Güneşin
doğmasından ve batmasından, bunun döngüselliğinden ve bu döngüsellik nedeniyle
esas olarak varılacak bir nokta olmadığından (Going round and round to
nowhere)” dem vurduğu bu dörtlük, bir
yönüyle “where do we go now but
nowhere” cümlesini daha anlaşılır kılıyor. Burada ayrıca bir şeyden daha
bahsetmek istiyorum. Bu şarkının daha
birçok Nick C. şarkısında olduğu gibi sözcüklerin esas anlamların ötesinde
anlamlar içerdiğini, kullanılan somut bazı kavramların ruha ilişkin şeyleri
daha etkili ifade etmenin bir yolu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla “varılacak
bir yerin olmadığı yolculukları”yla kastettiğinin, “süre giden ilişkilerinin bir
geleceği olmadığına, ilişkinin olanaksızlığına” ya da “aralarındaki problemlerin
kısırdöngü halini almasına” dair bir metafor olduğunu düşünüyorum.
“Sisyphos”vari bir durum…
İkinci dörtlükle
devam ediyorum:
In a colonial hotel we fucked up the sun
And then we fucked it down again
Well the sun comes up and the sun goes down
Going round and round to nowhere
İlk olarak fuck up
ve fuck down “phrasal verb”
görünümünde olan fiillerle işe başlayalım. “Fuck”
fiili -malumunuz- “sikmek, becermek, düzmek, düzüşmek…” anlamları taşıyor. “Fuck down” şeklinde bir kalıp yok; en
azından ben herhangi bir sözlük veya forumda bulamadım. “Fuck up” ise “işi berbat
etmek, bozmak, içine etmek, yok etmek, mahvetmek, sıçıp sıvamak…”
anlamlarına geliyor. Ben burada “fuck up”ı
Nick Amca’nın bu anlamlarda kullandığını sanmıyorum. Bu nedenle “becermek” olarak çevirmeyi tercih
ettim. Nedenine gelince daha önce de belirttiğim gibi “fuck down” olarak kullanılan bir kalıp yok; burada “down” ve “up” ekleri güneşin doğuşu ve batışında gözlemlediğimiz yükselme ve
alçalma haline atfen yapılmış bir sözcük oyunu sanki. Devamında gelen cümle bu
yargımı destekliyor gibime geliyor: “Well the sun comes up and
the sun goes down”. Çeviride hem “fuck up” hem “fuck down” için “becermek”
fiilini tercih edişimin nedenine gelirsem alternatif herhangi bir kelimenin “up” ve “down” ilişkisine benzer bir durum yaratmayacağını düşünmem.
Sonuçta dörtlüğü genel olarak yorumladığımda, “sömürge
zamanlarından bir otelde güneşi becermek”le kastedilenin, “beraberce
geçirdikleri uzun zamanlar” olduğunu düşünüyorum. Hani bizde de derler ya,
“akşama kadar konuştuk, güneşi batırdık.”vari bir durum. Ha tabi, burada bir
soru haklı olarak sorulabilir, neden “fuck” kullanılmış? Buna verilecek geçerli
bir açıklamam yok. Belki de “sonuçsuz tartışmalar, kavgalardır günlerce
yaşadıkları”, “Heyhat güneş doğuyor ve
batıyor” da “bunların anlamsızlığına, boşunalığına” dairdir, bilemiyorum. “Sömürge zamanlarından bir otel” tasviri
bende, uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında, dünyadan yalıtılmış –dünyanın
hayhuyundan azade– şekilde konumlanmış bir mekân –evet, zamana değil mekâna
dair bir tanımlama olduğunu düşünüyorum– algısı uyandırıyor.
3. dörtlükle devam ediyorum:
The kitten that padded and purred on my lap
Now swipes at my face with the paw of a bear
I turn the other cheek and you lay into that
O where do we go now but nowhere
Bu dörtlükte benim anlamından bihaber olduğum “lay into”
kalıbıydı. Cambridge sözlüğü “informal” (günlük dile ait, resmi olmayan) dediği
bu kalıp için şu açıklamayı yapmış: lay into sb -phrasal verb- (informal): to
attack or criticize someone. (Türkçesi: pataklamak, sille tokat girişmek; verip
veriştirmek, azarlamak, acımasızca eleştirmek) (Definition
of lay verb from the Cambridge Learner's Dictionary
English-Turkish © Cambridge University Press)
Sonuçta, uysal minicik bir kedinin birden değişip ona keskin
pençelerini geçirmesi gibi, kızın da ona merhamet göstermediğini, onun da
kendisini hırpalamaya devam ettiğini söylüyor. Bu dörtlükte denilmek istenenin
açık olduğunu düşündüğümden detaya girmeye gerek görmüyorum. Nakarat kısmını da
aynı nedenle geçip 4. dörtlükle devam ediyorum:
Across clinical benches with nothing to talk
Breathing tea and biscuits and the Serenity Prayer
While the bones of our child crumble like chalk
O where do we go now but nowhere?
The Serenity Prayer, teolog Reinhold Niebuhr
tarafından yazılmış, aslen adsız olan duanın yaygın olarak kullanılan ismiymiş.
Duanın İngilizce çevirisi birçok sitede yer alıyor [1]:
The Serenity Prayer
God grant me the serenity
to accept the things I cannot change;
courage to change the things I can;
and wisdom to know the difference.
Living one day at a time;
Enjoying one moment at a time;
Accepting hardships as the pathway to peace;
Taking, as He did, this sinful world
as it is, not as I would have it;
Trusting that He will make all things right
if I surrender to His Will;
That I may be reasonably happy in this life
and supremely happy with Him
Forever in the next.
Amen.
Reinhold Niebuhr
Sözler, şarkının anlamına dair ipuçları içerir nitelikte
olduğundan ekleme ihtiyacı duydum. Ancak bunu Türkçeye çevirmeden bırakıyorum.
Duanın en bilinen hali sadece ilk dizelerden oluşuyormuş:
God grant me the
serenity
to accept the things I cannot change;
courage to change the things I can;
and wisdom to know the difference.
Bu kısa bölümü çevirirsem, “Tanrı bana değiştiremeyeceğim
şeylere katlanmam için sükûnet; değiştirebileceklerim için cesaret ve farkı
anlayabilmem için akıl verdi.” gibi bir anlama geliyor. Bu haliyle İslâm’daki
tevekkül anlayışını aklıma getirdiğinden The Serenity Prayer için Sükûnet Duası ya da Huzur Duası yerine Tevekkül
Duası denilebilirmiş gibime geliyor. Ben şarkıda sadece “dua” olarak
çevirmeyi tercih ettim.
Şarkı sözlerine geri dönersem “hastane sıraları”, aralarındaki
geçimsizliğe, problemlere atıfta bulunuyor, “tek kelime etmemeleri”yse
iletişimsizliğe. Burada “kemikleri ufalanan çocuk” metaforu bence gözlerinin
önünde yıkılan geleceklerine bir gönderme. Gelecekleri gözlerinin önünde
ufalanırken, çözüme dair ellerinden bir şey gelmiyor: tek yaptıkları
hayatlarını idame ettirmeye çalışmak. “Breathing
tea and biscuits and the Serenity Prayer” dizesiyle bu ifade edilmeye
çalışılıyor, ya da bu sıkıntılı durumda zaman zaman olsa da nefes almaları bir
başka deyişle anlık da olsa rahatlamaları.
5. dörtlük de, bir önceki dörtlüğün devamı niteliğinde:
I remember a girl so bold and so bright
Loose-limbed and laughing and brazen and bare
Sits gnawing her knuckles in the chemical light
O where do we go now but nowhere
“chemical light” bir
önceki dörtlükte adı geçen hastane metaforunu tamamlayan bir kavram, bu daha önce
de söylediğim gibi ilişkilerindeki problemlere dair bir gönderme. “Sits gnawing her knuckles” Nick Cave’in
kızın çaresizliğini ifade ediş şekli. Sonuçta bu dörtlükte, Nick Amca,
“geçmişte ne kadar hayat dolu olduğunu, onu çevreleyen bu parıltının tüm
çevresini sarıp kuşattığını” söylediği kızın, şimdi çaresizlik içinde olduğunu
anlatıyor bize.
3. dörtlükte kedi benzetmesiyle de desteklenen, kızın ona
merhamet etmemesi olgusu, aşağıdaki dörtlükle daha da açık bir hal alıyor:
You come for me now with a cake that you've made
Ravaged avenger with a clip in your hair
Full of glass and bleach and my old razorblades
O where do we go now but nowhere
Burada, kızın ilişkilerindeki sorunun kaynağı olarak onu
görmesi “ravaged avanger” tanımlamasıyla ifade ediliyor; onu suçladığı için,
intikam almaya çalışıyor. Kızın “içi ağartıcı (çamaşır suyu), cam ve eski tıraş
bıçaklarıyla dolu kek”le ona gelmesi, intikam duygusunu belirtmek amacıyla
kullandığı metaforlar. Fazla söze gerek yok buradaki kekin hayali bir kek
olduğu malûm.
If they'd give me my clothes back then I could
go home
From this fresh, this clean, antiseptic air
Behind the locked gates an old donkey moans
O where do we go now but nowhere
7. dörtlükte geçen “… this fresh, this clean, antiseptic air” yani
“… bu taze, bu temiz, antiseptik hava…” ile
resmettiği hastane ortamı, yine ilişkilerindeki sorunlara gönderme. “Geri verecek olsalardı giysilerimi,
gidebilirdim sonunda eve” dizesinde “giysilerini ona geri vermemeleri”
ifadesi savunmasızlığını, çaresizliğini belirtiyor olabilir. “Kapalı kapılar ötesinde inleyen yaşlı bir
eşek” ise hapsolunmuşluğunu oldukça lirik bir tanımlamayla ifade ediyor.
8. dörtlükte, “umutsuzca çırpınışları, onları
bekleyen lanetli akıbetin her seferinde tekrarlanışı” oldukça etkili ve edebi
bir dille ifade edilmiş. Kısırdöngü halini alan bu durum adeta sözcüğün gerçek
manasıyla “resmedilmiş”. Dante’nin dediği gibi, ilişkileri çıkmaz sona mahkûm
kılınmış adeta:
“Geri dönmek isteyenin
ötesine geçmemesi gereken bölgesine ayak bastım hayatın.”
Dante/İlahi Komedya
Around the duck pond we grimly mope
Gloomily and mournfully we go rounds again
And one more doomed time and without much hope
Going round and around to nowhere
9. dörtlükte, şarkının en başında resmedilen mekâna geri
dönülüyor:
From the balcony we watched the carnival band
The crack of the drum a little child did scare
I can still feel his tiny fingers pressed in my hand
O where do we go now but nowhere
“Balkondan izlenen karnaval”ın, “gümbürdeyen davullar”ın metafor
olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Bu dörtlük, ilk dörtlükle zihnimizde uyanan
“ilişkilerindeki problemlerin başlangıcının o metaforik anda ve mekânda gizli
olduğu düşüncesi”ni güçlendiriyor. “Gümbürdeyen davulun korkuttuğu çocuk”
imgesi bu düşüncenin altını çiziyor.
Son dörtlükte de artık bir hayalden öteye gitmeyen gelecek
tasavvurunun o biricik anda gizli olduğu ve bu geleceğin o an yıkılmış olduğu,
filmi geri sarıp bu ana geri dönmenin ve yaşanmış olan her neyse onu
değiştirmenin tek isteği olduğu ifade ediliyor:
If I could relive one day of my life
If I could relive just a single one
You on the balcony, my future wife
O who could have known, but no one
Bu detaylı açıklamalar, benim şarkı sözlerini algılayış
biçimime dair. Şarkı Nick Cave’in –bence- en hüzünlü albümlerinden olan
“The Boatman’s Call”un en hüzünlü
şarkılarından. İlişkileri gözleri önünde parçalanan bir çiftin, umutsuz ve sonuçsuz
çabalarının metaforlarla anlatıldığı bu şarkıda bahsetmediğim tek şey “O wake
up, my love, my lover wake up /O wake up, my love, my lover wake
up” (“Ah, uyan sevgilim, yârim uyan / Ah, uyan sevgilim, yârim uyan”) dizeleri.
Bu da aşkın, tüm yenilgilere rağmen umut etmeyi sürdüren, olanaksızlığını
bildiği halde o eski mutlu günlere dönmeyi hayal etmekten vazgeçmeyen doğası
değil mi zaten?