Metis ajandamı bu yıl da yeni yıla girmeden alıp,
başucumdaki komodinin üstüne koydum. Bu ajandaları 5 yıldır alıyorum, ancak
yanılmıyorsam bir 8 yıllık geçmişleri var. Gerek seçtikleri ana temayla gerek
bu temayı işleyiş biçimleriyle oldukça beğendiğim, çantamdan hiç eksik
etmediğim ajandam yanımda kitap olmadığı zamanlarda da imdadıma yetişiyor.
Bu yılki başlıkları “Olmayan Kelimeler”. Malum metis ajandaları son yıllarda soruşturmaların, tehditlerin hedefinde. ‘2010-İllallah’ ajandasıyla ilgili halen süregiden bir mahkeme ve ‘2011-Irkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı’ ajandasıyla ilgili kimi kitabevlerinin aldığı satmama kararı, satan kitabevlerine de tehditlerde bulunulması –benim bildiğim– iki olay*. Üstte de belirttiğim gibi bu yılki üst başlık ‘2012 - Olmayan kelimeler’...‘Sunuş yazısı’, bu yılki temayı belirleme nedenlerini etraflıca açıklıyor:
Yayımlandığı ilk yıldan beri okurlarımızın severek aldığı ajandalarımız, ne yazık ki kimi sevgisiz insanları da illet ediyor. Cadılar ajandamızda vurguladığımız gibi her yerde düşman arayışına çıkanlar, zihinleri ve yürekleri yerine tepkilerini rehber edinenler kelimelerden özellikle korkuyor.
Peki, dedik biz de o zaman, mevcut kelimelerden kaçınalım, hazır çağrışımları devre dışı bırakalım, olmayan kelimelere bakalım bu sefer!
Acaba dilimizdeki hangi kelimelerin eksikliği yaşadıklarımıza da etki yapıyor? Kimi hayati duygularımız, tecrübelerimiz sırf adları konmadığı için hayatın dışında, önemsiz, tali gibi görünüyor olmasın? Dünya gezegenindeki kaderdaşlarımız bizimkilerden başka hangi kavramları/duyguları/durumları adlandırmaya ihtiyaç duyuyor? Edebiyatçılar bizim dikkatimize hangi yeni kelimeleri sunmak istiyor?
Kelimeler hep kifayetsiz kalacak, biliyoruz. Ve tamam, olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması. Ama anlama, anlatma, anlaşılma, anlaşma ihtimalinin peşinden koşmaktan da vazgeçecek değiliz!
Hayatlarımızın hep yeni kelimelerle güzelleşmesi, derinleşmesi umuduyla...
Bahab’ınız bol olsun!
—Metis Yayınları
Engin Geçtan, Birhan Keskin, Murathan Mungan, Ayşegül Devecioğlu, Ahmet Sipahioğlu, Süreyye Berfe, Meltem Ahıska, Saffet Murat Tura, Niyazi Zorlu, Cemal Yardımcı, Türker Armaner, Fatmagül Berktay, Murat Uyurkulak ajandaya katkıda bulunan isimlerden bazılarıymış...
Benim burada bahsetmek istediğim kelime ise Litost.
İlk olarak ROLL dergisinin arka kapağında okumuştum “litost” kelimesine dair bu parçayı. Milan Kundera’nın “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı”ndan alıntılanmıştı. Milan Kundera’yla tanışıklığım da bu sayede oldu. Evde “Kimlik” kitabı vardı o sıralar, ama okumamıştım. Çok beğendiğimi hatırlıyorum, o günden sonra da sıkı bir Kunderasever oldum zaten. Bu kelimenin anlattığı duygu hepimize de tanıdık, Kundera’nın hikaye edişi her zamanki gibi büyüleyici:
…
Litost nedir?
…
Litost, başka dillere çevrilmesi
olanaksız Çekçe bir sözcüktür. Adamakıllı açılmış bir akordeon gibi sonsuz bir
duyguyu, başka birçok duyguların bileşimi olan bir duyguyu anlatır : -hüzün,
acıma, pişmanlık ve özlem-. Sözcüğün ilk hecesi, terk edilmiş bir köpeğin
sızlanmasını duyuracak biçimde uzun ve güçlü bir biçimde vurgulanır.
Bununla birlikte, bazı hallerde, litost sözcüğü,
tam tersine, çok sınırlı, özel, belirli ve ince bir anlam taşır, bir bıçağın keskin
yanı gibi. Bu sözcük olmadan insan ruhunun anlaşılabileceğini düşünmekte güçlük
çekmeme karşın, bu anlamda da bu sözcüğün öbür dillerdeki benzerini boşuna
arıyorum.
Bir örnek vereceğim: Öğrenci, bir kız
arkadaşıyla ırmakta yüzmektedir. Genç kız sporcudur, öbürüyse çok kötü
yüzmektedir. Suyun altında soluk almayı bilmemekte, ağır ağır yüzmekte, başını
sinirli bir biçimde suyun yüzünde havaya kaldırmaktadır. Genç kız oğlana fena
halde âşıktır ve bu yüzden onun gibi ağır ağır yüzecek inceliği göstermektedir.
Ancak, yüzmeleri sona ermek üzereyken, bir an sporcu içgüdüsüne boyun eğer ve
hızlı kulaçlarla ırmağın öbür kıyısına doğru yönelir. Öğrenci daha hızlı yüzmek
için çaba harcar ama su yutar. Kendisini küçük düşmüş, fizik güçsüzlüğü
çırılçıplak ortaya konmuş hisseder ve bir hınç duyar. İşte bu çok özel
hüznü litost'tan başka bir sözcükle anlatmak olanaksızdır. Hiç spor
yapmadan, arkadaşsız ve annesinin gereğinden fazla şefkatli bakışları altında
geçen hastalıklı çocukluğunu anımsar ve kendisinden de, yaşamından da
umutsuzluk duyar. Sonra, birlikte bir kır yolundan dönerler, ama konuşmazlar.
Oğlan kendisini yaralanmış ve aşağılanmış hisseder ve karşı konmaz bir dövüşme
isteği duyar. “Ne oluyor sana?” diye sorar kız, oğlan da ona
sitem eder: ırmağın öteki kıyısında akıntı olduğunu pekâlâ bilmektedir, bu
yüzden orada yüzmemesini, boğulma tehlikesi olduğunu söylemiştir ve kızın
yüzüne bir tokat atar-, genç kız ağlamaya başlar, oğlan kızın yanaklarından
akan yaşlan görünce ona karşı yüreğinde büyük bir acıma duyar, onu kollarının
arasına alır ve litost'u birden dağılıp gider.
…
O halde nedir litost?
Litost, içimizdeki zavallılığın birden
ortaya çıkmasından doğan bir acılı durumdur.
Kendi iç zavallılığımıza karşı
kullanılan en alışılmış reçete, aşktır. Çünkü gerçekten sevilen bir kişi
zavallı olamaz. Çünkü bütün zayıflıkları, aşkın sihirli bakışıyla bağışlanır,
böylece kafasını suyun üstünde beceriksizce tutan bir kötü yüzücü kusursuz bir
baştan çıkarıcı olabilir.
Aşkın mutlaklığı, gerçekte,
mutlaklığın tanımlanması isteğidir, sevilen kadının bizim, kadar ağır yüzmesi,
kendine ait bir geçmişin olmaması, yani mutluluk duyarak anımsayacağı kendine
özgü bir geçmişinin olmaması arzusudur. Ama bu mutlak tanım düşü bir kez
kırıldı mı (genç kız hızla yüzmeye başladı ya da geçmişini mutluluk duyarak
anımsamaya çalıştı mı) aşk sürekli bir büyük acı kaynağı olur ki, biz
buna litost diyoruz.
İnsanoğlunun genel olarak kusursuz
olmadığı konusunda derin bir deneyim sahibi olduğunda bu tür aşırılıklardan
görece olarak kurtulunabilir. Öz zavallılığımızın görüntüsü bize sıradan ve
ilgi çekici olmayan bir şey gibi gelir. Dolayısıyla litost, bir
deneyimsizlik çağının çizgisidir. Gençliğe özgü bir süstür.
Litost, iki zamanlı bir motor gibi
çalışır. Bir kaygı duygusunun yerini öç alma isteği alır. Öç almanın amacı,
karşısındakinin de aynı biçimde kendi zavallılığını ortaya koymasıdır. Adam
yüzmeyi bilmez, ama tokatlanan kadın ağlar. Böylece kendilerini eşit
hissedebilirler ve aşklarını yürütebilirler.
Öç almanın gerçek nedeni, hiçbir zaman
açıklanamayacağından (öğrenci, kıza, kendisinden hızlı yüzdüğü için tokat
attığını itiraf edemez) yalancı nedenler ileri sürmek gerekir. Yani litost,
hiçbir zaman, acıklı bir ikiyüzlülükten vazgeçemez: genç adam, sevgilisi
boğulma tehlikesiyle karşılaştığı için korkudan deliye döndüğünü … ileri sürer.
Bu bölümün her şeyden önce “öğrenci
kimdir?” başlığını taşıması gerekirdi. Ancak, litost diye
nitelendirdiğim bu duyguyla davranmış olduğuna göre onun litost'un
etli canlı bir örneği olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla öğrencinin âşık
olduğu kızın onu terk ettiğini söylersek, şaşmamanız gerek. Yüzme biliyor diye
tokatlanmak hiç de hoşlanılacak bir şey değildir.
* Geçmiş ajandalara dair haberler:
2010 – İllallah (inanmama özgürlüğü) ajandası ile ilgili süregiden dava haberi için tıklayın.
2011 – Irkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı ajandasıyla ilgili boykot haberi için tıklayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder