Kırık düven
Hrant’a
Eşyanın yüzü suyu hürmetine
diye başlar hikâye.
İnsanların sıfırlandığı o yerde
bir masalı mesken tutar tarifsiz gerçekler.
Vardırmayan yollara
çıkarken kafile
Ermeni usta düveninin derdindeymiş
Kolundan çekiştirenlere inat
bozmamış istifini rivayete göre
“Ne yani, biz gittik diye
lazım olmayacak mı bu düven?”
Düveni onarmış da öyle yitmiş bir çölde.
Sonrasını düven anlatır
Susunca insan, eşyaya geçer lâl söz
Yıllarca işlemenin gururuyla
“Beni eline alanlar” der,
“hayat tamiratını da andı ustamın”
Emanet düven kadar emanet çocuk ve kadın vardı
hem
Yola koyduranlar yanında
Yaşatanlar da bu topraklarda
Çünkü sürekliydi hayat
Zorlama ölümlere inat, dirhem dirhem.
Yıllar yıllar sonra o
düvenin masalını anlatan dağ adam,
yitenleri can değil rakam sayanlara nisbet
kalanları saydam,
lâl zamanları söze nadas kılan bağ adam,
kentin orta yerindeki o kaldırımı
nar kırmızı boyadığında kanıyla...
Kurşunların mumların
karanfillerin resimlerin arasına
Bir de düven koydular dedesinden yadigâr
Kırılmıştı yine düven
Vefasını beklemekten
Karin Karakaşlı
Yazıya bu şiirle başlamayı tercih
etmem boşuna değil elbet. Bir şeyleri aktarmada edebiyat dilinin, siyaset
dilinden daha etkili olduğunu düşündüğümden... Yazıya öfkenin hakim olmasını
istemediğimden… Brecht’in ‘Gelecek
Kuşaklara’ adlı şiirindeki [1] “Kötülüğe
karşı duyulan nefret yüzünü çirkinleştirir insanın/Haksızlığa karşı bağırmak
sesini kabalaştırır.” dizelerini akılda tutmanın gerekliliğini bildiğimden…
Yoksa yazı boyunca da göreceksiniz ki acımasızlık, düşmanlık ve nefret
karşısında öfkenize hakim olmak pek de kolay değil. Karin Karakaşlı’nın şiiri
işte tam da bunu gerçekleştiriyor. Acıyı, dramatikleştirmeden, hayatı
kutsamayı elden bırakmadan, 100 yıllık bir tarihi de kapsayarak anlatıyor.
Bu yazıyı yazmaya Cuma mesai
bitimine doğru “Ogün Samast’ın “terör örgütüne üye olmak suçundan tutukluluk
halinin kaldırılmasına hükmedildi.” haberini [2] gördüğümde karar verdim. “Samast hakkında suç işlemek amacıyla örgüte
üye olma suçunun niteliğine, yargılamanın gelmiş olduğu aşamaya, bu suç
yönünden İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesindeki dosyanın yargılama sürecinin
bekleniyor olmasına, tasarlayarak insan öldürme suçundan hüküm ile birlikte
tutukluluk halinin devamına karar verilerek hükmen tutuklu halde bulunmasına,
tutuklulukta geçen süreye, 6008 sayılı yasa ile çocuklar hakkında yapılan
değişiklik hükümlerine göre örgüte üye olma suçundan tutukluluk halinin
kaldırılmasına” karar verilmişti.
Zaten davanın başından beri işler iyi gitmiyordu. Aksi yönde birçok delil olmasına rağmen suç
birkaç kişinin üzerine yıkılıyor, dahli olanlar bırak yargılanmayı adeta
ödüllendiriliyordu. Olayda dahli olan milletvekilinin bakan, valinin
milletvekili, emniyet müdürünün vali olması ilk elden aklıma gelenler. Davanın
geldiği aşamanın bende yarattığı yılgınlık hissi her şeyin boşunalığını başıma
kakar gibiydi. İçimden bir şey yapmak, ya da okumak ya da konuşmak gelmiyordu.
Nitekim davanın başından beri düzenli olarak gittiğim, duruşma günlerinde gerçekleşen Beşiktaş Adliyesi önündeki buluşmaların son ikisine
katılmadım.
Dediğim gibi, haberi görünce bu
yazıyı yazmam gerektiğini düşündüm. Aklıma ilk olarak Ümit Kıvanç’ın
“19 Ocak’tan 19 Ocak’a”
adlı belgeseli geldi. Bir yandan ona bakarken, bir yandan Bianet'te Tililili
projesi için sanatçılar ve gazeteciler tarafından seslendirilen 19 Hrant Dink
yazısını dinlemeye başladım.
“19 Ocak’tan 19 Ocak’a”
belgeselini 12. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’nde izlemiştim ilk
olarak. Hrant Dink cinayetinden sonraki ilk 2 yıllık süreci anlatan bu film
esasında 2 parçadan oluşuyor. 18 dakika kadar süren ilk bölüm, cinayetin
ardından 2007 sonuna kadarki süreci, 26
dakika kadar süren 2. bölümse 2008 yılı boyunca devam eden süreci anlatıyor.
1. bölüm Derya Alabora’nın şu
sözleriyle son buluyor:
Bu dava bizim için arkadaşımızın güler yüzlü
cesaretine, samimiyetine, inancına sahip çıkma davasıdır. Onun ruhunu -biraz
olsun- huzura kavuşturma davasıdır. Aynı zamanda bu memleketin onur davasıdır.
Arkadaşımızı katleden şebekenin ortaya çıkarılmasını ve cezalandırılmasını
sağlayabilirsek Hrant’ın en çok istediği şeylerden birini başarmış olacağız. Bu
memleket ırkçı katillere ve görevlerini onları korumak için kötüye kullananlara
ait değil, bunu göstermiş olacağız.
Bizim
buralarda insanca talepleri yok etmenin esas yolu süründürme, usandırma, ruh
kurutmadır. Hrant’ın katillerinin
yargılandığı davanın bu yola sokulmasını önlemek için, duruşma günlerinde
adalet isteğimizi ete kemiğe büründürmeliyiz. Orada olmalıyız.
2. bölümse yine Derya Alabora’nın
sözleriyle noktalanıyor::
Moral bozucu
değil mi bütün bunlar? Zamanın vicdanları aşındıracağını bilenlerin oyunları… Adalet
hep uzaklarda kalsın isteyenlerin... Biz adalet istemeye devam edeceğiz.
Arkadaşımızı öldürttüler. Vicdanı ancak adalet tatmin eder. Memleketin vicdanı
da adalet duygusuyla yıkansın istiyoruz. Adalet istiyoruz. Başka türlüsünü... Bilemiyoruz.
Bu sözler tam da hissettiğim
yılgınlık haline yanıt gibiydi. Dolayısıyla video metninin bu kısımlarını
deşifre edip, yazdım. Ve bu yılgınlık
hissine kapılmaya hakkım olmadığını düşündüm. Hrant, her türlü haksızlığa, yıldırma çabalarına cesurca direnmişti. Yazıyı yazmaya oturduğumda uzun zamandan sonra tekrar okuduğum, dinlediğim yazıları ölümüyle ne büyük bir boşluk yarattığını, bu boşluğu -belki biraz olsun- hep mücadele ettiği bu haksızlıkları usanmadan haykırarak, adaletin gerçekleşmesi için mücadele ederek doldurabileceğimiz gerçeğini ve yılgınlığa kapılmanın yakışıksızlığını göstermişti bana. Hrant, yaşamı gibi ölümüyle de öğretmeye devam ediyordu. Belgeselde, cinayet sonrası yaşananlar, yargılama süreci... bu ülkede süre giden adaletsizliklerin bir temsilini oluşturuyordu.
Videonun [3] tamamı 45 dakika ve bu 2 yıllık süreci oldukça
başarılı bir şekilde aktarıyor:
Ümit Kıvanç,
“19 Ocak’tan 19 Ocak’a” İzlemek için
tıklayın.
Tililili projesi kapsamında
Tuncel Kurtiz tarafından seslendirilen, Hrant Dink’in ölmeden önce yayımlanan
son yazısı olan ve
"Türklüğe hakaret suçlamasıyla yargılanmasını, 301'den hüküm giymesine giden süreci, nasıl hedef haline getirildiğini" anlattığı “Ruh halimin güvercin tedirginliği”nin tam metnini -okumak
isteyenler için- ayrıca ekler kısmına ekledim.
Tuncel Kurtiz,
"Ruh
halimin güvercin tedirginliği" (19 Ocak 2007) Dinlemek
için
tıklayın.
Karin Karakaşlı'nın
şiiriyle başladım yazıya, Hrant Dink'in kendi sesinden bir hik
âyeyle bitirmek istiyorum. Anlattığı hik
âyeyinin metnini, bir web sitesinde [4] buldum, birisi deşifre edip, eklemiş. Hik
âye tekrar tekrar okunası, Hrant'ın sesinden
dinlenesi, herkese dinletilesi...
Hrant Dink,
"Su çatlağını buldu" Dinlemek için
tıklayın.
Su
Çatlağını Buldu
“Sivas’ın bir gün hangi kazasından olduğunu
bilmiyorum, yaşlı bir bey beni telefonla aradı. Dedi ki ‘Oğul dedi seni aradık
seni bulduk, burada bir tane yaşlı bir kadın var, herhal sizdendir bu dedi. Allah’ın
rahmetine kavuştu. Bunun yakınını falan bulursanız gönderin, gelip alsınlar ya
da biz burada namazımızı kılıp gömeceğiz. ‘Peki dedim amca ararım’ .
Verdi adını soyadını; Beatris Hanım diye
biriydi, 70 yaşında. Fransa’dan oraya gezmeye gitmiş. Aradım, 10 dakika içinde
buldum, biz birbirimizi biliriz, çok azız çünkü 10 dakika içinde buldum. Gittim
dükkanlarına dedim ‘Böyle birini tanır mısınız? ’ Adını verdim, yaşlı bir kadın
döndü, ‘Benim anamdır’ dedi, birden. Dedim ‘Valla böyle böyle senin anan nerde?
’ Fransa’da yaşar, …abi dedi o dedi senede 3-4 kere dedi Türkiye’ye gelir ama
İstanbul’a ya uğrar ya uğramaz, kalkar köyüne gider dedi terkettiğimiz köyüne
gider dedi. Dedim böyle böyle kalk git, gitti.
Ertesi gün bana bir telefon açtı. Bulmuş,
tespit etmiş anasını, ağladı birden. Peki getiriyor musun naaşını? Burda mı
gömeceksin? ‘Abi’ dedi ‘Ben getirecem ama burada bir amca var ’ dedi ve
telefonu ağlamaya… amcaya ver dedim. Aldı telefonu, ‘Amca niye ağlatıyosun?’
‘Oğlum’ dedi ‘Bir şey demedim ben’ dedi. ‘Dedim ki, kızım anandır, malındır,
ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün… Su çatlağını buldu’ dedim. Ben
döküldüm, orda döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten döküldüm, bu
algılamadan döküldüm.
Evet, su çatlağını bulmuştu. ‘Doğrudur hanfendi
Ermenilerin hakikaten bu dünyada gözü… bu ülkede gözü var, bu topraklarda gözü
var. O zaman yazdığımı şimdi size de tekrarlıyım. Tam o sırada Sayın
Cumhurbaşkanı Demirel “Ermenilere üç çakıl taş bile vermeyiz” diye bir laf
etmişti. Ben de bu kadının öyküsünü yazmıştım ve demiştim ki “Evet biz
Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var, var çünkü kökümüz burda ama merak
etmeyin bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine
girmek için…’
Teşekkür ediyorum.”
Hrant Dink
*
Şapparigce, Hrant’ın AGOS’taki köşesinin adı. “Şapparig”in anlamı için 02.04.1999 tarihli “Bu köşedeki adam” [] yazısının bir kısmını
alıntılıyorum. Tililili projesi içinse yazıyı Nejat İşler seslendirmiş.
Yazının tamamını, ekler kısmında bulabilirsiniz.
"… Oysa yazarlık ciddi iştir. Önce oturaklı
bir köşe adı gerektirir. Şimdi de tutmuş "Şapparig" diye anlamı
belirsiz bir kelime türetmiş, getirip hinine oturtmuştur. Ama ne yapsın ki bu
garip lafı bu garip kul kendi üretmemiştir. Ümit Kıvanç denen usta yakıştırmıştır.
Onun da kabulüdür. "Şapparig" ne midir? Bu köşedeki adamı yakından
tanıyanlar bilir. Pervasızın tekidir. İnsanlarla ilişkisinde ölçüsüzdür. Sevdi
mi kötü sever, sövdü mü kötü söver.
Özellikle "Can" bildiği dostlarıyla
karşılaşmasın, "Canı karpuz çekmiş Diyarbakırlı" gibi onlara sarılıp
"Şapur şupur" öpmesi pervasızlığının çok önemli bir işaretidir. Orada
birileri varmış, orası ciddi bir yermiş, ırgalamaz. Tüm köylülüğü ve
"Celloluğu"yla "Hemcins- karşı-cins" demez şapur şupur
öper. Bastırır göğsüne canlarını doyasıya... Hesapsızca.
Yaşça küçükleri ona "Ahparig"
(Ağabey) diye hitap ederken, Ümit Kıvanç bu pervasızlığından ötürü
"Şapparig" der kendisine. İşte bu adam bundan böyle yine bildiğince,
yine hesapsızca, sevdiklerini şap şap öpecek, dövüşeceklerine de şap şap
sövecektir köşesinde...
Şapparigce..."
Hrant Dink
Nejat İşler,
"
Bu köşedeki adam" (02.04.1999) Dinlemek için
tıklayın.
Kaynaklar:
[1] Yıldırım Türker, Şahane Münzevi, 12.07.2008, RADİKAL
[2]
http://bianet.org/bianet/diger/134823-samastin-tutukluluk-halinin-kaldirilmasina
[3] http://vimeo.com/8574224
[4] http://www.dismenore.com/post/1123699207/hrant-dink-su-catlagini-buldu
Ekler:
Ruh halimin güvercin
tedirginliği
Başlangıcında, "Türklüğü
aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda
başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.
Bu ilk değildi. Benzer bir davaya
zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta
yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu"
söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan
avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı'na gidip ifade
verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum.
Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil,
yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi
bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava
açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi
kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı
olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e
"Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer
ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden
emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç
ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak
anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak
tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik
heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep
yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen
cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkûmiyetime
karar verdi.
Mahkûmiyet haberini ilk
duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki
altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
"Bak şu karar bir çıksın,
bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman
olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde
"Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete
haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.
Her seferinde "Türk
düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime
saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler
yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup
tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara "Ya sabır"
çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa
gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm
ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en
sıkıntılı konumdaydım.
Hakim "Türk Milleti"
adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken
tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna
dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte
yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle
aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda
hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip
etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu
açıklamada bulundum:
"Avukatlarıma danışacağım.
Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim.
Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer
yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."
Bu sözleri dile getirirken yine
her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Ama gelin görün ki beni Türkiye
insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin
güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye
çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya
vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve
ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
"Kara mizah" dedikleri
bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha
fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık
bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki
"Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi
fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar,
bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller
mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin
Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten
çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil,
Devlet'i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil,
Devlet'in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim
ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına"
deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil,
"Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla,
avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar
vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep
doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları'nın mülklerini
elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Nitekim işte başvuruda bulunduk
da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı
bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi
istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem
Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz
etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi
bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim
yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı.
Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan
edildi.
Şu çok açık ki, beni
yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince
muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış
bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri
olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve
hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu
satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin
Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı
verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen
bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne
kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl
dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
"Bu insanlar şimdi benim
hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha
fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye
bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum
kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir
yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı
ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme
arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli...
Ve anında dönecek denli de süratli.
Ne diyordu Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
"Canım, 301'in bu kadar da
abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş hapse girmiş biri var mı?"
Sanki bedel ödemek sadece hapse
girmekmiş gibi...
İşte size bedel... İşte size
bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine
hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir
misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin
izlemezsiniz?
Kolay bir süreç değil
yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip
uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler
yakınlarıma bulaştığında...
O noktada hep çaresiz kaldım.
"Ölüm-Kalım" dedikleri
bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir
yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım
olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik
yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz
zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği
de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada
olacaktı.
"Gidelim" dersem
geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.
İyi de, gidersek nereye
gidecektik?
Ermenistan'a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara
dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha
büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak
ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya
gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan
ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
"Kaynayan cehennemler"i
bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun
değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete
çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem
bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek
çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde
kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi...
Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak
çileyi, yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk
edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın
götürdüğü yere... Her neresiyse.
Dilerim böylesi bir terk edişi
hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla
umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar
rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya
devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar
çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç
terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan
daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler
başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği
de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh
tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar
güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde,
insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
Hrant Dink (19 Ocak 2007)
Bu köşedeki adam
Bu köşedeki adam 5
Nisan 1996'da bu köşedeki logosundan "Birdirbir" diyerek başladı
yazmaya. İkinci yıl "İkidiriki" deyip, üçüncü yılını da
"Üçdürüç" ile tamamladı sonunda. Sırada "Dörtte dört" demek
vardı lakin "Allahın hakkı üçdür" deyip bu diziyi bu noktada kesti
işte. Niye kesti? Anlatayım.
Başlangıçta AGOS'a 3
ay, olmadı 6 ay, daha sonra bir yıl gibi ömür biçenler herhalde hayal
kırıklığına uğramışlardır. Bu köşedeki adam hiç unutmuyor, hakkında olumsuz
yazı yazdığı kişinin telefonda kendisine: "Ben sizin altı ay sonra
boyunuzun ölçüsünü görürüm, kapatıldığınızda kaçacak delik arayacaksınız"
dediği günü. Umursamadı bu gevezeleri. Doğru bildiği yolda gitti. O gün
bugündür gazetenin yayın hayatını da kazasız belasız sürdürdü. Son olarak da
bildiğiniz gibi AGOS DGM'de yargılandı ve beraat etti. Bu köşedeki adam der ki
"DGM beraati AGOS'un rüştünü ispat ettiği, diğer bir ifadeyle de
iradesinin test edildiği en ciddi deneyimi oldu."
Bu köşedeki adam
aslında bir yazar değil. Hele hele gazetecilikle üç yıl öncesine kadar uzaktan
yakından bir ilgisi olmamıştır. Çok okumayı sevmekten başkaca bir iddiası
yoktur. Dilbilgisi kurallarının ihlali, bozuk cümleler, en fazla tashih
hataları hep onun yazısında olur. Genellikle konuştuğu gibi yazar, edebiyatçı
yanı güçlü değildir. Ne yazarlığın tekniğini bilir, ne de bu mesleğin okulunu
okumuştur. Kaptığı köşeye dikkat etmek bile bu konudaki iddiasızlığının bir
ölçüsüdür; "Devam sayfasının köşe yazanı". Devam sayfası dediğiniz
ana sayfalardan artakalmış fazla yazıların sıkıştırıldığı sayfa değil midir?
Her hafta yaptığı şey, sayfa sekreterinin yazı fazlalarını ve ilanları sayfaya
yerleştirdikten sonra kendisine bıraktığı boş alanı kadar bir şeyler
karalayarak doldurmaktan ibarettir. Sayfa sekreteri "İşte bu kadar
yazacaksın" der, o da o hafta o kadarcık yarenleşir okurlarıyla. Yer
kalmadığında yazı yazmadığı çok olmuştur.
Bu köşedeki adamın hali
böyleyken logosunda kâh "Birdirbir" oynaması, kafasına esince de
logosuna "Şapparig" oturtması normal karşılanmalıdır. Hani bir laf
var ya "Delidir ne yapsa yeridir" diye ... E vallahi o laf bu köşedeki
adam için edilmiştir. Oysa yazarlık ciddi iştir. Önce oturaklı bir köşe adı
gerektirir. Şimdi de tutmuş "Şapparig" diye anlamı belirsiz bir
kelime türetmiş, getirip hinine oturtmuştur. Ama ne yapsın ki bu garip lafı bu
garip kul kendi üretmemiştir. Ümit Kıvanç denen usta yakıştırmıştır. Onun da
kabulüdür. "Şapparig" ne midir? Bu köşedeki adamı yakından tanıyanlar
bilir. Pervasızın tekidir. İnsanlarla ilişkisinde ölçüsüzdür. Sevdi mi kötü
sever, sövdü mü kötü söver.
Özellikle
"Can" bildiği dostlarıyla karşılaşmasın, "Canı karpuz çekmiş
Diyarbakırlı" gibi onlara sarılıp "Şapur şupur" öpmesi
pervasızlığının çok önemli bir işaretidir. Orada birileri varmış, orası ciddi
bir yermiş, ırgalamaz. Tüm köylülüğü ve "Celloluğu"yla "Hemcins-
karşı-cins" demez şapur şupur öper. Bastırır göğsüne canlarını doyasıya...
Hesapsızca.
Yaşça küçükleri ona
"Ahparig" (Ağabey) diye hitap ederken, Ümit Kıvanç bu
pervasızlığından ötürü "Şapparig" der kendisine. İşte bu adam bundan
böyle yine bildiğince, yine hesapsızca, sevdiklerini şap şap öpecek, dövüşeceklerine
de şap şap sövecektir köşesinde...
Şapparigce...
Hrant Dink (2 Nisan 1999)